19 Mart 2016

Tanburi Cemil Bey: Her şeyi yutan ‘zaman’ denen muammayı aciz bırakan bir seda

Kalan Müzik’ten 10 CD, 1 kitap, 1 plak ve 43 yıllık bir hayat ile Tanburi Cemil Bey Külliyatı...

                                            Saffet Alp'e ithafen 

Çok şükür, çok şükür, bugünü de gördük; vuslat gerçekleşti.

Tam da ihtiyacımız varken, hiçbir şey yaralı yüreklerimize merhem olamazken, O, yüzyıl evvelinden bin yıl sonrasından çıkıp geldi.

Sadece bu toprakların ya da doğu âleminin değil, dünyanın ve tüm zamanların en büyük müzik dehaları arasında ilk sıralarda anılmayı hak eden bir sanatkârdır, Tanburi Cemil Bey.

Pek bilinmeyen yaşamı, ölümsüz eserleri ile çok az sayıda insanın andığı, konuştuğu, hiçbir zaman popüler olmamış, kıymetinin idrakı sınırlı bir çevrede kalmış bu eşsiz sanatkârın eserleri, Kalan Müzik tarafından vefatının 100. yılında, takdire şayan bir kadirşinaslıkla gün yüzüne çıkarıldı. Uzun, zorlu bir çaba, fedakârlıklar ve sabır, daha külliyata dokunur dokunmaz görülüyor.
130 şarkıyı ihitiva eden 10 adet CD, 140 sayfalık, 43 yıl sürmüş yaşam öyküsünün de anlatıldığı, çeşitli görsel malzemelerin de kullanıldığı kitap, bir adet de plak ile birlikte çok şık bir külliyat hâlinde neşredildi. O’nu bir nebze olsun tanımak, o zarif ve benzersiz sanatıyla daha yakından hemhâl olmak; kurmaya çabaladığım empatinin bana yaşatacağı  hissiyatın doya doya tadına varmak için bu külliyat, dolunay etkisi yaptı.

Bugüne kadar o eşsiz sanatkârın büyük çoğunluğunu dinleyememiş olmanın hüznünü yaşadığımız eserlerinin yayımlanmaması, kısa sürmüş yaşamı hakkında doyurucu biyografik  çalışmaların yapılmamış olmasının sebep olduğu hicran, bu paha biçilemez külliyat sayesinde yerini  tarifsiz bir sevince bıraktı.
Üstadın oğlu Mesut Cemil’in babasını anlattığı, 2003 yılında Kubbealtı Neşriyat tarafından yayımlanan Tanburi Cemil’in Hayatı isimli kitabını ve Cemil Bey belgeselini anmamız gerekir. Bir de, Cemil Bey’in hayranı ve takipçisi, Necdet Yaşar’ın TV belgeselini de atlamamak lazım gelir ki bu yazıda da bu sayılanlardan ziyadesiyle istifade edildi. Ama; müzikal, sinema filmi, TV dizisi, tiyatro Tanburi Cemil Bey’in hayatını, eserlerini, mümtaz şahsiyetini işlemeyecek de neyi anlatacak ?

Babasını üç yaşında kaybeden Cemil Bey, amcası Refik Bey’in yanında büyürken, ailenin yaz tatillerinde gittikleri Anbarlı’daki çiftlikteki hizmetlilerden Latif Ağa tanbur çalmaktadır. Cemil Bey’in tanburla tanışması Latif Ağa sayesinde olmuş, onu hayranlıkla dinlerken, arada tanburu eline alıp çalmaya gayret etmiştir. Latif Ağa, Cemil Bey’deki istidadı fark edip aileye nakledince, İstanbul’a dönüşte ilk tanburu kendisine hediye edilir. Çağlayan gibi melodilerin üretilmesi için artık zaman gelmiştir.

Yaşadığım sevinci, O ve eserleriyle  buluşmanın heyecanını kaç kişi yaşamıştır bilmek zor. Beri yanda külliyatın 1500 adetle sınırlı yayımı  Kalan’ın gerçekçiliğini de  gösteriyor. Hazin bir durum. Son yıllarda Chopin, Bach gibi bestecilerin doğum-ölüm yıldönümlerinde yapılanları düşününce insan öfke girdabına savruluyor. Cemil Bey kalibresindeki bir yaratıcının bıraktığı eserlere bakınca, haksızlık bu, diye haykırası geliyor insanın.
Nazım Hikmet, Münir Nurettin Selçuk, Yahya Kemal Beyatlı; Cemil Bey’i hayranlık mertebesinde takdir etmişlerdir. Türkçeyi çok zarif konuşan ve yazan; tanburuyla tek başına konser vererek bir ilki gerçekleştiren Cemil Bey için, sadık ve seçkin izleyicisi, değerli Tanburi  Necdet Yaşar, Yahya Kemal’in “O bir dahidir, eğer O dahi değilse, dahi kimdir” diyerek duygularını dile getirdiğini aktarmıştı bir mülakatında. Bu sözler,  O’nu kaybedişimizin üzerinden geçen yüz yıllık  ilgisizliğin, kayıtsızlığın ahde vefa ile telafisi için poetik bir ikaz mahiyetinde kabul edilmelidir.
Şu dizelerinde de Yahya Kemal, Cemil Bey’i anar:
Yabancı bir ülkede karlı gecede / Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta.

Sayın Necdet Yaşar, yaşadığı bir anıyı aktarıyor:
“Münir Nurettin bir dost meclisinde, Necdet, Cemil Bey’ in kemençedeki bu ırak taksimi beni yakıyor, doyamıyorum O’ nu dinlemeye, demişti, hâlâ hafızamda.”

Tanburi Cemil Bey, Paganini ile eş düzeyde bir dahidir. Marx’ın yakın çalışma arkadaşı Fredrich Engels’in sanattaki yaratıcılığın zirvesi diye andığı  Paganini’den hiç eksiği yoktur. Gerek virtuozite, gerekse de besteleri ve enstrümanının sınırlarını  zorlayan yüksek kapasiteleri, o eş düzeyliliğin ilk benzerlikleridir. Paganini’den eksiği yok ama fazlası olduğunu da belirtmek lazım. Paganini’nin müzik tarihinde ilk zikredilen hususiyeti  kemandaki  virtuozitesidir, ama Paganini’nin dillere destan  dehası  sadece bu çalgı içindir. Halbuki Cemil Bey, sadece tanbur değil;  mucidi olduğu yaylı tanbur, lavta, klasik kemençe, alto kemençe, rebab ve viyolonsel’i de aynı ustalık ve yaratıcılıkla çalmıştır. Bir de Paganini’den üstün bir meziyeti daha vardır ki, sağlam kişiliği ve sanatına özsaygısı. Paganini, iflah olmaz bir kumarbaz idi; kemanını kaybettiği kumar masasında rehin bırakacak, bu illet yüzünden hapse düşecek ve kumarhane açmaya kadar gidecekti. Cemil Bey ise mütevazı yaşamı ve kişiliğinden, sanatından maddi menfaat karşılığında dahi olsa, çektiği sıkıntılara rağmen, asla taviz vermeden çok onurlu bir hayat sürmüştür. Bu benim çok önemsediğim mihenk taşımdır.

Kişiliğiyle ilgili şu yaşanmış olay fikir vermektedir. 1907 yılında Odeon müzik firması, Cemil Bey’in plak kayıtları için Ziraat Bankası’na 100 adet Napolyon altını yatırır. Maddi sıkıntı içinde olan Cemil Bey, arzu ettiği sonuçtan, teknik ve sanatının tam manasıyla icraya aktarma hususlarında emin olmadığı için altınları iade eder. Eminim ki o kayıtlar yapılsa idi biz hayranlıkla dinliyor olacaktık. Sanatına öz saygı, sağlam şahsiyet derken kastettiğim bu erdemlerdi.

Taksimlerindeki ince nüanslarda gösterdiği ustalık, doğaçlamalardaki benzersizliği ile sadece müzik nazariyatçılarını, müzisyenleri değil, bizim gibi sevenlerini de sarmalına alıp ruh dünyamızda  tablolar galerisi ihdas etmektedir.

Hangi mecrada, hangi fırtınalı okyanusta, hangi ıssız çölde, hangi karanlık ormanda olunursa olunsun; indiğimiz içimizdeki kuyularda, sığındığımız ücralarımıza ulaştığımızda o büyülü tanburunun sesiyle Cemil Bey,  “Korkma yalnız değilsin, buradayım, senden çook evvel  buraya geldim” der, adeta.
Yüz yıl önce toprağa verilmiş bedeni, kaybolup gitti bu sonsuzluk içinde. Sedası ise, herkesi ve her şeyi yutup silmeye kodlanmış zaman denen  muammayı aciz bırakmıştır.

Fazlalığı olmayan, sakin ve sessiz kişiliğine karşın kasırgaların estiği duygu dünyasını nağmelere dökmekteki saflığı, mızrabının sazın tellerine vuruş tekniğinde yarattığı yeniliklerin mükemmelliği ile birleşerek, doruklara ulaşmakla kalmamış, doruğun kendisi olmuştur.
Uzmanların sunumlarından, görüşlerinden, değerlendirmelerinden, zamanımızdan çok daha ileride oluğu anlaşılıyor Cemil Bey’in. O’nu, müzikte tek bir kelimeyle tanımlamak icap ederse, su katılmamış bir devrimcidir, diyebiliriz. Bir akıma mensup değildir. Hocası hiç olmamıştır. Cemil Bey, Tanburi Cemil Bey’i icat ederken, yaratırken, gelenekleri de gayet iyi bilerek ve arayışlarına zenginlik katacak değişik müziklerle de ilgilenmiştir. Kalıplaşmış makam nağmelerini tekrar etmemiştir.
Taksimlerinde işlediği kompozisyonun bir felsefi boyutu vardır. Sazının sınırlarını zorlayarak yenmiş ve artık sazını duygularının estetik terennümüne amade kılmıştır. Kuralları umursamamış, özgürce üretmeyi tercih etmiş, ama alt kültür sayılabilecek müzikleri de dinlemekten kaçınmamıştır.
Her devrimci gibi de entelektüeldir aynı zamanda. Gelenekleri alt üst etmiş, tanbur çalışıyla tutucu kesimlerden ‘tanbur  böyle mi çalınır’ sual ve tenkitleri almış, ama yeni olanı sağlam iradesiyle göstere göstere kurmuş ve hayranlık uyandırarak kabul ettirmiştir.
Erbabının ifadesiyle Cemil Bey’den önce-Cemil Bey’den sonra ölçütü gelmiştir. Oğlu Mesut Cemil, evlerine ilk gramafon alındığında, babasının gramafonun başına geçerek sigara üstüne sigara içerken, dinlediği her plağı numaralandırıp, yanına kritikler yazdığını aktarıyor. O’nu benzersiz kılan, daha hayattayken takdir edilmesine, belli çevrelerde bir müzik ilahı olarak değerlendirilmiş olmasına rağmen, oldum, dememiş, çalışma disiplinini hiç bozmamıştır.

Külliyat içerisindeki kitapta, şu analoji aynı zamanda kıymet bilirliğin zarif bir ifadesidir ki Cemil Bey için bu yazıda söylediklerimin mübalağa olmadığının nişanesidir aynı zamanda:

‘’ Blumenthal kardeşler, Cemil  Bey’in plaklarını yalnızca Orfeon etiketiyle değil, başka isimler altında da yayımlamışlardır. Bunlardan önemli olanı Orfeos’tur. Orfeos, her ne kadar Orfeon’la ses çağrışımı varmış gibi görünse de başka anlamlarla da yüklüdür. Yunan mitolojisinde sazı elinden düşmeyen bir tanrının adıdır. Egeli Orfeos öyle hünerliymiş, nağmeleri öyle tesirliymiş ki çaldığı zaman vahşi hayvanlar kuzu gibi olur, Orfeos’un dizinin dibine çökerlermiş.
Firmanın bazı plaklarda kullandığı Arion ismi de, Yunan mitolojisinde bir tanrının adıdır. Midilli adasından gelme bu müzikçi Lavta çalar. Hrotodos’a göre dramatik sahne sanatlarının ilk örnekleri kabul edilen tragedya şiirleri (dithyrambos ) okuyan bir ozandır. Arion da çalgı çalmadaki hüneriyle Yunusların dostluğunu kazanmış, denizleri onların sırtında aşmıştır. Mesud Cemil, bir radyo programında Hafız Osman ve babasının icrasından ‘Her zaman bir Vamık u Azra olur alem bu ya ‘ mısraıyla başlayan gazel plağını dinlettikten sonra onların, cennet atlarına binmiş süvariler olduğunu söyleyecekti.”
(Kalan Külliyatı, sayfa dokuz)

Doldurduğu plaklardan kazandığı para ve bir de darülbedayi -27 Ekim 1914 tarihinde İstanbul Belediyesi bünyesinde kurulan konservatuvarın o zamanki adı- musiki bölümünde verdiği dersler karşılığında aldığı ücretle geçimini sağlayan Cemil Bey, artan parasal sıkıntılar yaşadığı günlerde Sultan Reşat’ın Mabeyn Mızıkası’na girmesi teklifini, üniforma giymek zorunda kalacağından, reddeder. Kendisine “Aşıkların Sultanı” diye hitap eden Mısır Hıdivi İsmail Paşa yatını göndererek, Cemil Bey ve ailesinin tüm geçimini karşılamayı da kabul ederek, kendisini davet eder. Cemil Bey daveti kabul etmez, sıkıntılara katlanarak da olsa, sadece musiki dersleri vererek yaşamını sürdürmeye İstanbul’da devam eder.

İçe kapanık ve melankolik bir yapısı olan Cemil Bey sürekli okumakta ve sazını çalmaktadır. Zaman içerisinde yalnızlığı seçerek çevresinden de kopar. Beslenmesine de dikkat etmez, çok  az konuşur; bu dönemde içkiyi arttırır. 1914 yılında sağlığı iyice kötüleşir, İsviçre’de bir sanatoryuma yatırılmayı kabul etmez. Hastalığı çok ilerler. 28 Temmuz 1916 gecesi, eşi  Saide Hanım’ı yanına çağırır ve son sözlerini söyler:

Vakit geldi. 25 yıl rindane yaşadım. Öldüğüme teessüf etmiyorum. Lakin sizin için hep ızdırap oldum, sizi üzdüm. Affediniz. Kendinize ve Mesut’a iyi bakınız.”

Sabaha karşı hayata gözlerini yumar ve ölümsüzleşir.
Mahalle bekçisi dâhil, cenazesinde 13 kişi vardır...

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...