10 Nisan 2012

Kazım Özüdoğru: Ayakkabı boyacısı, sunucu ve Dev-Genç Genel Sekreteri

Siyasal çizgilerini ister beğenelim benimseyelim, ister beğenmeyelim benimsemeyelim, Kızıldere\'de 20\'li yaşlarının başlarında katledilen gençlerin “çok özel, çok değerli insanlar” oldukları...

“Sinan Kazım Özüdoğru’yu tanımak, bir anlamda 1968 gençliğini tanımaktır. Adeta, o dönem gençliğinin tüm özelliklerini varlığında birleştirmiş bir gençti.” 

Gün Zileli

Ertuğrul Kürkçü, verdiği  sayısız mülakatta Kızıldere olayında kaybettiği arkadaşları için “Çok özel, çok değerli insanlardı” derken mübalağa mı ediyordu?

Aksine, biraz araştırınca, Ertuğrul Kürkçü’nün objektif bir değerlendirme yaptığı görülüyor.

Siyasal çizgilerini ister beğenelim benimseyelim, ister beğenmeyelim benimsemeyelim, Kızıldere'de 20'li yaşlarının başlarında katledilen gençlerin “çok özel, çok değerli insanlar” oldukları su götürmez bir gerçek.  

Eşine zor rastlanır bu insanlar sanki Kızıldere’de topyekûn bir imha ile ortadan kaldırılmak için bir araya getirilmişti. Onlar bugün yaşasalardı; o kuşağın çıkarsızlığı, dünyaya merakı, ülkelerine sevgileri söndürülmesiydi ne yönetenler alıştıkları gibi yönetebilirdi, ne de yönetilenler eskisi gibi yönetilmek isterdi.

Bu abartılı gelebilecek çıkarsamayı nereden yapıyoruz? 1966 – 1972 arasındaki altı yılda katledilen devrimcilerin neredeyse tamamı 22-26 yaşları arasındaydı. DEV-GENÇ ve THKP-C veya THKO’nun kurulması ve örgütlerinin de kendi yaşamları ile beraber sonlanması süreci  iki ila dört yıl arasında bir zaman dilimiyle sınırlıydı. Öncesi lise ve ortaokul... Ama o kısacık ömürlerinde bir tarih yazdılar, unutulmaz bir ruh inşa ettiler. “Hâlâ yaşıyor olsalardı…” diye sormadan edemiyor insan...

 

Bir lise dergisi: Ankara Atatürk Lisesi

 

Gün Zileli’yle Sinan Kazım Özüdoğru’nun yolları Ankara Atatürk Lisesi’nde kesişmişti. 1960’lar ve ‘70’ler boyunca kalburüstü bir okul olarak nam salan o lisede Zileli ve Özüdoğru sınf arkadaşıydı. Zileli’ninki varlıklı sayılabilecek bir aileydi, Özüdoğru’nunki ise yoksul mu yoksuldu. Ama o yılların Türkiye'sinde varlıklı ailelerin çocuklarıyla yoksul ailelerin çocukları aynı sıraları paylaşabiliyordu.

Sinan Kazım Özüdoğru’yla Gün Zileli sadece sıraları değil, yeni yeni keşfettikleri bir dünya görüşünü de paylaşıyordu. İki arkadaş birlikte “AAL” adlı bir dergi, çıkarıyordu. Zileli dergiye yazı yazıyor, Sinan Kazım da hem yazıyor, hem de derginin künyesindeki “Genel Yayın Müdürü” sıfatının hakkını vermeye çalışıyordu.

Sinan Kazım üniversite yıllarında da sürdürür yazıyla ilişkisini. Hukuk Fakültesi’nde panolara siyasî içerikli yazılar yazar, sınıf arkadaşı ve sonradan Devrimci Yol hareketinin liderlerinden biri olan Oğuzhan Müftüoğlu da gelişmiş çizim yeteneğiyle Sinan Kazım’ın yazılarına desenler yapar. Fakat, hukuk okumaya istekli değildir. Nitekim birinci sınıf sonunda Ankara Hukuk Fakültesi’nden ayrılıp Sosyal Hizmetler Akademisi’ne girer.

 

'Ayakkabı boyayan utangaç delikanlı'

 

Sinan Kazım Özüdoğru, 1960’ların başında köyden kente göçen, kentte kıt kanaat geçinebilen bir ailenin çocuğu olarak erken yaşlardan itibaren çalışmaya başlar. Liseyi bitirdiği yıl, yaz tatilinde, İskenderun Demir Çelik Fabrikası’nın inşaatında çalışarak üniversite parası biriktirir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdiğinde de, ortaokul yıllarından beri dönem dönem yaptığı ayakkabı boyacılığını sürdürür.

Yıldırım Türker'in tanıklığını dinleyelim:

“60’lar Ankarasının orta sınıf memur semtlerinden birinde yaşardık. 11-12 yaşlarında olsam gerek. Bir akşamüstü sokaktan geçen bir boyacıyı annemin heyecanla çağırışını hâlâ hatırlıyorum. Utangaç bir delikanlı, Züğürt Ağa’nın domates satışı gibi zar zor ‘boyacı’ diye bağırıyor, sanki ‘aman inşallah kimse duymamıştır’ der gibi mahçup bir edayla etrafına bakıyordu. Nitekim anam da delikanlı evin holünde ayakkabıları boyarken onu sorguluyordu. ‘Oğlum sen boyacı değilsin. Anlat bana.’ Adı Sinan Kazım’dı. O günden sonra ailenin en büyük oğlu oldu.(...) Daha sonra kaçak konumundayken de hep evin bir anahtarı ondaydı. Bazı geceler geç saatte gelir, kapıya yakın odada, kendisi için hazırlanmış yatakta uyur, sabahları biz uyanmadan da giderdi. (...) Sinan Kazım Özüdoğru’dan bende şefkatli tebessümü kalmış. Hep biraz mahçup, hep sevgi dolu...”

 

'Odacı çocuğu, boyacılık da yapmış, spikerlik de'

 

 

\

Kaçak konumda olduğu günlerde Sinan Kazım’ın kaldığı evlerden biri de Füsun Özbilgen’in eviydi. Sinan Kazım’dan Yıldırım Türker’de kalan müşfik bir tebessümse, 1970’lerin sonunda gazeteciliğe başlayan ve tanınmış bir imza olan Özbilgen de şunları anımsıyor: 

Yüzünü canlandırmaya çalıştım hayalimde. Gözlerindeki ışığı anımsadım önce. Sevecen bakışları geldi aklıma. Çok insan, çok çok insandı. Onunla çok iyi arkadaş olmuştum. Bizim evde saklanmıştı başkaca arkadaşları gibi...”

O günlerdeki arkadaşları bir de sesiyle hatırlıyorlar onu. Amcasının oğlu, çocukluk arkadaşı Ahmet Özüdoğru, “Çok güzel şiir okurdu, köy evinde düzenlenen şiir yarışmalarında davudi sesiyle en çok beğeniyi o toplardı” derken THKP-C’den yakın arkadaşları türkü söyleyişini anlatıyorlar, özellikle Ruhi Su’dan “Mahsus Mahal”i ve Özay Gönlüm’den “Çöz de al Mustafaali”yi okuyuşunu. Ve bir de türkü söylerken parmaklarını masaya ya da elindeki kitaba vurarak tempo tutuşunu.  

Onu tanımış herkes sesinin güzelliğinde olduğu kadar, dikkat çeken diksiyonununda da hemfikir. Bir de hitabet yeteneği ekleniyor bu özelliğine. Bir konuşmasına rastgelen Murat Belge “Sinan Kazım’ın iyi konuşan uyanık bir devrimci” olduğunu belirtiyor, (Bir Hayat – Tuba Çandar Sfy 109 ).

Hukuk Fakültesi’nden sınıf arkadaşı Oğuzhan Müftüoğlu şöyle anlatıyor Sinan Kazım’ı:

“DEV-GENÇ yönetiminde beraber çalışıyorduk. Kazım’la daha önce de arkadaştık. Bir kapıcı çocuğu, boyacılık da yapmış, TRT’de spikerlik de. Sesi ve diksiyonu çok güzeldi.”

Ertuğrul Kürkçü de bu çok yönlü kişiliği şöyle özetliyor:

“Çok güzel türkü söyler, yakışıklı adamdır, ciddidir, ama öbür taraftan son derece esprilidir. Ve inanılmaz bir hayat hikâyesi var. Bir kapıcının çocuğu ve o kapıcı dairesinden bir devrimci olarak dışarıya fırlamış bir insan.”

 

İlk kapıcılar grevi

 

Müftüoğlu’nun “TRT’de spikerlik”ten kastı “sunuculuk” aslında. Sinan Kazım, sesinin ve diksiyonunun güzelliği sayesinde, TRT’de 1969 yılında yayınlanan “Köyden Kente” programının sunucusu olarak ekranlarda görünür. Ne yazık ki o programın kayıtlarını TRT arşivlerinden temin etme imkânı - şimdilik – bulunamadı. Çünkü TRT arşivi o yılların kayıtlarına sahip değil imiş!

Bu arada, birçok dönem arkadaşı gibi Ertuğrul Kürkçü ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun hafızalarında Sinan Kazım’ın babasının işi “kapıcılık” olarak kalmış.

Baba Ali Özüdoğru kapıcı değil, odacıydı, TRT’de çalışıyordu. Peki, bu yaygın yanılgının nedeni neydi?

Ertuğrul Kürkçü’nün izahı şöyle:

“Sinan Kazım, ülkede ilk defa yapılan kapıcılar grevi ile çok ilgilendi. Sık gidip geldi greve. Belki o yüzden öyle algılanmış, hafızalarda öyle kalmıştır.”

 

Dokuz yaşında kaybedilen anne ve göç

 

Sinan Kazım Özüdoğru, 3 Mart 1949’da Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Peyik köyünde dünyaya geldi. Üç kardeştiler.

Oldukça kalabalık bir sülalenin bir parçası olan Özüdoğru ailesi arazi olarak varsıl bile denilebilecek durumdaydı. Yaptıkları tarımın fazla bir getirisi olmasa da yaşam düzeyleri o dönemin Türkiye’sinin köy koşullarına göre iyice sayılırdı. Ancak, Marshall yardımı altında kullandırılan kredileri ödemekte zorlanmaya başlayınca Özüdoğru ailesine göç yolları görünür.

Bu arada, anne Fatma Özüdoğru  1958’de, Sinan Kazım henüz 9 yaşındayken vefat eder. İlkokulun ilk üç sınıfını Peyik köyünde okuyan Sinan Kazım, dördüncü sınıfı Sarıkaya köyünde, beşinci sınıfı Ortaköy nahiyesinde okur. Ortaokul için ise Sivas’a, akrabalarının yanında gider. Ortaokulu bitirdiği yıl, babası Ali Özüdoğru Ankara’ya göç etme kararı alır ve TRT’de odacılık yapmaya başlar. Sinan Kazım için ise Atatürk Lisesi günleri başlamıştır.

 

'Teori, analiz ve hitabette aklan ilk gelenlerdendi...'

 

Sinan Kazım’la ilk ve ortaöğretimde aynı sıraları paylaşanlar onu şu özellikleriyle hatırlıyor:

Atak, gözüpek, çalışkan... Hüzünlü bir tebessüm ve davudî bir ses...  

Liseyi bitirdiği yıl Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başlar. Sene 1966... Fikir Kulüpleri Federasyonu, üç sene sonra, 10 Ekim 1969’daki kurultayda Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’na, yani DEV-GENÇ’e dönüşür, Sinan Kazım da FKF üyeliğinden DEV-GENÇ üyeliğine geçer.

DEV-GENÇ'li arkadaşları onu şöyle hatırlıyor:

“Teorik açıklama, siyasi analiz ve hitabet denince akla ilk gelenlerden biriydi Sinan Kazım. Teorik düzeyi ve ikna kabiliyeti yüksekti.”

Abisi Emin Özüdoğru, Sinan Kazım’ın hayatında pek bilinmeyen bir detayı anlatıyor:

DEV-GENÇ henüz ortada yokken Sinan Kazım, yoksul gecekondu mahallelerinde bilinen bir isimdi. O yıllarda, yani 60'ların sonu, 70'lerin hemen başı olan dönemde Ankara Bedeyesi'nin zabıtaları gecekondu yapımına çok sert müdahale ediyorlardı. Sinan Kazım gecekondu yapılacağı zaman mahalleye çağırılıyor ve belediye zabıtalarına karşı mukabelede bulunan bir kalkan işlevi görüyordu...”

 

'Ağır bir elmas' ve DEV-GENÇ Genel Sekreteri

 

Nitelikleri Sinan Kazım’ı DEV-GENÇ Genel Sekreterliği’ne götürecekti.

Ertuğrul Kürkçü uzun yıllar sonra verdiği mülakatlardan birinde, Sinan Kazım için şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Sinan Kazım’ın, yani bizim DEV-GENÇ Genel Sekreteri'nin, hakkı teslim edilmemiş bir kişi olduğunu düşünüyorum. Mesela merkez yürütme kurulumuzda standartı belirleyen kişinin Kazım olduğunu söyleyebilirim; yani teorik tutarlılık, etik davranış ve devrimci geleneklere uygunluk vs açısından…”

DEV-GENÇ’in 18 Ekim 1970 tarihindeki seçimlerinde Ertuğrul Kürkçü Genel Başkan, Sinan Kazım Özüdoğru da Genel Sekreterliğe seçilir; aynı zamanda Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi (THKP-C) yoluna da çıkmış olur. THKP-C’nin oluşumuna hem militan olarak katkıda bulunur, hem de Mahir Çayan’ın kaleme aldığı “Kesintisiz 1-2-3” olarak bilinen teorik yazıların tartışmalarına aktif olarak katılır. Ve öyle bir iz bırakır ki, THKP-C’nin işçi militanlarından Mustafa Baykara, ölümünden 40 yıl sonra , Sinan Kazım için şu değerlendirmeyi yapar:

“Ağır bir elmastı o.”

 

'Kızıldere yolu görünmüştü'

 

Sosyal Hizmetler Akademisi'nden arkadaşı Rüçhan Manas ile evlenir ve Ankara'da Hacettepe’nin arka mahallelerinde bir gecekonduda yaşamaya başlar. Bekârlık yıllarında sık sık kapısını çaldığı Türker’lere artık Rüçhan Manas’la birlikte gider. O ziyaretlerde konuşulan konular o günlerin politik ortamına ve THKP-C’nin gündemine ışık tutuyor. Yıldırım Türker anlatıyor:

“Anamın gelini muamelesi yaptığı Rüçhan Manas’la birlikte Sinan Kazım’ın babam ve anamla oturup yemek masasında tartıştıklarını hatırlıyorum. Babam, ‘en önemlisi yaşamanız’ diyordu. Sinan ve Rüçhan da sevgiyle gülümsüyor, inancı uğruna yanmaya hazır her genç insan gibi sanki artık ana babamın ardında bir yere bakıyorlardı. Kızıldere yolu görünmüştü.”

Sinan Kazım, Saffet Alp ve Sabahattin Kurt, Mahir Çayan'lardan önce Kızıldere’ye gelir , birkaç gün sonra cenazelerinin çıkacağı o eve yerleşirler. Sonrası biliniyor.

 

Cenazeyi taşıyan Özüdoğru ailesine polis dayağı

 

Özüdoğru ailesi Sinan Kazım’ın cenazesini almaya Niksar’a gittiğinde, devlet hastanesinin morgunda değil, güneş almayan serince bir odaya atılı vaziyette bulur naaşını. Vücudu kurşun ve şarapnel yaralarıyla doludur Sinan Kazım’ın. Yetmiyormuş gibi bir de alnına sıkılmış bir kurşun yarasını görünce, aile artık hiç unutamayacakları bu görüntü karşısında çaresiz hüzün ve şok içinde o “ağır elmas”ı tabuta yerleştirir.

Hastane tabut vermez, yardımcı da olmaz. Yüksek bir ödeme karşılığında bir tabut yaptırılır alelacele. Hastanenin dışında ise faşistler, Özüdoğru ailesini yaşadıkları evlat acısına rağmen hakaret ve küfür salvosuyla bekliyordur.

Niksar'da aile o üzüntü ve dışarıda bekleyen saldırgan grubun tacizleriyle tedirginlik içindedir. Sinan Kazım’ın naaşını tabuta yerleştirmeye çabalarken, alnına sıkılmış kurşun ve vücudundaki onlarca kurşun yarasının dışında bir de henüz fark ettikleri bir görüntü ile karşı karşıya kalır: Sinan Kazım’ın aşil tandonunun alt kısmı, yani ayak kısmı yoktur. Bombanın parçaladığı ayağının Kızıldere’deki evde kaldığı anlaşılır. Aile bu haliyle alır oğlunu, tekrar Kızıldere’ye, o eve, Sinan Kazım’ın kopmuş ayağını aramaya gitmeye ne vakit vardır, ne de imkân.

Cenaze alındıktan sonra tutulan bir taksi ile Ankara’ya doğru yola çıkılır; tabutun bagajında olduğu araba Ankara’ya girişte polis tarafından durdurulur. Zaten beklendikleri bellidir. Arabadan indirilen aile bireyleri polislerce insafsızca, vicdansızca dövülür.

Sinan Kazım’ın cenazesi Karşıyaka Mezarlığı'na götürülür, yolu kesenler tarafından. Aile fertleri de Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne götürülür, orada da taciz ve tartaklamaya maruz kalırlar.

Sinan Kazım, yıkanmadan, kefenlenmeden apartopar gömülür, Kızıldere’de giymiş olduğu, kanlı ve kurşunlanmış giysileriyle beraber.

Ölümden korkmamış o gençlerin ölülerinden de korkmuştu devlet...

40. yıl dönümünde Kızıldere notları bu kadar.

Dağlarca'nın dizeleriyle noktalayalım.

“Ne korkuyorsun uyanıp geceleri

Ölüm, yaşayacağını yok edebilir

Yaşadığını değil...”

 

B İ T T İ

 

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...