07 Mart 2016

Dev-Yol'cular konuşuyor; 'Tarihle Söyleşiler - III' raflarda

Tarihle Söyleşiler dizisinin üçüncü kitabı çıktı, Korkut Boratav’ın önsözüyle yayımlandı...

Özgür Açılım-Tarihle Söyleşiler dizisinin üçüncü kitabı çıktı. Korkut Boratav’ın, o yılların panoramik ama analiz içeren önsözüyle yayımlanan söyleşiler, çeşitli tarihlerde, dört Dev-Yol üyesiyle yapılmış.

İlk  dikkat çeken şey, dizinin önceki kitaplarındaki söyleşilerde olduğu gibi, sorular da, cevaplar da son derece dürüst, içtenlikli, ince hesap yapılmadan, daha doğrusu tenezzül bile edilmeden kotarılmış bir çalışma düzeyinde olması. Dönem hakkında  mülakatı verenlerin çalışmaları, Dev-Yol’un örgüt içi ilişkileri ve çalışma tarzı, Türkiye’nin manzara-i umumiyesi, o yılları yaşayanlar için bir anı ve hafıza tazeleme dışında, sorulagelen ve yanıtları hâlen sürmekte olan arayışlar için; yaşamamış, dönemi bilmeyenler için de dün ve çok değişmiş bugünlerden geriye bakışta verimli bir canlı külliyat oluşturdu. Çok değerli bir külliyat bu. Yaklaşık kırk yıl öncesinden bugünlere, bir ideal için feda edilmiş  -ama heba olduğu akla bile gelmeyen, asla öyle kabul edilmeyen-  kişisel hayatlar, bugünlerden bakılarak, hem bir samimi iç hesaplaşma ile o yıllara oranla bugünün ataletini çözümlemede, hem de geleceğin tahayyülüyle ilgili şiddetli ama doğurgan düşünce çarpışmaları yaşatıyor. Bu dizinin üç kitabını da okuyanlar teşhis ve eksiklikler hususunda oluşmuş görüş birliğinin ve mülakatı verenler açısından birbirine çok benzer kanaatlerin hemen farkına varmışlardır.

Neden devrim olmadı ?
Dev-Yol neden yenildi ?
Neden 12 Eylül darbe yönetimine direnmedi?
Partileşme süreci niçin hedefine ulaşmadı?
Bu kadar büyük bir kitleselliğe ulaşılmış, ülkenin her yerinde var olmak başarılmışken, 12 Eylül’den sonra neden toparlanılamadı?

Bu hareketin mensupları, faşizme ve faşist cinayetlere karşı kendisini gönüllü olarak siper edip ülkeyi kan gölü olmaktan kurtarmanın bedelini ödeye ödeye artık altmışlarına gelmişken, şimdiki hâlet-i ruhiyeleri nasıldır?

Bu ve bu minvalde akla gelebilecek soruların karşılıkları söyleşilerde fazlasıyla ve insanı hüzünlendirecek samimiyetle veriliyor.

Ama şunu döne döne vurgulamak gerekir ki; bu hareket 12 Eylül darbe yönetimine tasavvur ötesi bir irade ile dağlarda ve metropollerde direnmiş. Bunu ne yazık ki çok uzun yıllar sonra öğrenebildik. Darbe döneminde bu direnişler duyulmuyordu bir; ikincisi, bu direnişin özneleri yıllar yıllar süren suskunluktan sonra yeni yeni o zorlu mücadelelerini anlatmaya başladılar. Çok sayıda kayıpların yaşandığı bu süreçte ölümler, uzun işkence ve hapisler, belki de hareketin iç sorunları, o direniş mücadelesini anlatma, topluma, halka duyurma gereğini çok akıllara getirmemiş olabilir. Yine de otuz yıllık süre fazla uzun bir zaman; bu değerli ve onurlu karşı koyuşun tarihsel öneminin aşınmasına vesile oldu. Devrimci, yaptığı fedakârlıkların bir karşılığını beklemez, talep etmez, hatta ahde vefa düzeyinde bile olsa o karşılığı reddeden insandır. Ama, darbe yönetimine direniş bir sır gibi kalmamalıydı ve halk, yeni kuşaklar haberdar edilmeliydi.

12 Eylül darbesine karşı direnişin en kapsamlı ve ayrıntılı tarihini bilmek isteyenler, Mahmut Memduh Uyan’ın, gerilla komutanı olarak yaşadığı o süreci yazdığı “Kardeşim Hepsi Hikaye” isimli kitabında aradıklarını fazlasıyla bulurlar.

Bu gerilla mücadelesinin neden son bulduğunu da Mahmut Memduh Uyan’ın kitabında anlatılıyor. İşte o zaman şu soru akla takılıyor ister istemez:
Dev-Yol, gerilla mücadelesine son verirken, aynı tarihlerde PKK gerilla mücadelesini başlatıyor, üç beş çapulcu diye ilk değerlendirmeleri yapan devletin bugün masaya Kürt halkının temsilcisi olarak muhatap alacağı, arkasında milyonların desteğini alarak “Kürt Özgürlük Hareketi”ne dönüşüyordu.
Neden?
Türkiye’nin en kitlesel ve en etkili örgütlülüğü bu mücadele tarzında da başarıya ulaşamazken, o tarihlerde, Kürt halkı içinde bile sınırlı bir taraftar kitlesine sahip iken, 30 yıldan fazla bir zamandır yürüttüğü gerilla mücadelesinde mağlup edilemeyen ve “kökü kazınamayan” PKK, en yetkili ağzından Mahir’lerin mirasını devraldıklarını söyleyebilir konuma geliyordu. Üstelik, belki unutulmuştur, liderinin mahkemede savunmasına özür dileyerek başladığı halde!?

Dev-Yol liderlerinden Oğuzhan MüftüoğluBu özür bahsi açılmışken, şu noktada bir itirazım olacak: THKP-C ne zaman tartışılsa, yazılsa, şu menhus İlyas Aydın konusu açılır. Bir yararı olmayan, konuşulduğu kadar bir etkisinden söz edilemeyeceği hâlde, İlyas Aydın mevzusu kapanmak bilmiyor. Dev-Yol içinde de, mahkemelerdeki Oğuzhan Müftüoğlu’nun savunması hakkında bitmek bilmeyen eleştiri ya da sitemli değiniler, aynı şekilde, fazla uzatıldı.

 

Müftüoğlu’nun savunması

 

Tarihle Söyleşiler-3 kitabında, öncekilerde de olduğu gibi yine yer almış. Ayşe Gülay Özdemir mülakatında şunları söylemiş:

“Üstelik bu toparlanma süreci için fena da değildi bir taraftan, ilk darbe, ilk tokat yendikten sonra yaklaşık iki buçuk yıl geçmişti.

Tam bu noktada, bir numaralı sanık olarak Oğuz ağabeyin savunması çok kritik bir öneme sahipti. Sanırım mahkemede bulunan yaklaşık sekiz yüz sanığın büyük çoğunluğu, bu savunmanın siyasi bir savunma olmasını bekliyordu. Yapılanmaya sahip çıkan, mevcut koşullar altında bunu biraz daha yukarı taşıyıp yenilginin içinde hep alışık olduğumuz biçimde, tekrar bir küllerinden doğmayı sağlayacak olan ya da varlığımızı tescil eden, en azından geçmişte kalmış olsa bile o varlığı sahiplenen bir savunma bekleniyordu.” (Syf: 139)

Aynı yerde “... ciddi travmatik bir durumdu…” denilerek, bunun altı çiziliyor. Ayşe Gülay Özdemir’i tenzih ederim, zaten aynı sayfada Melih Pekemir’ in o beklenen tarzda savunmayı yaptığını yazmış.

“Varlığını tüm Türkiye sathında hissettiren bir yapıydı, sol siyasi düzlemde en büyük yapıydı hatta. Bu durum, o yapı içinde bir özgüven patlamasına da neden oluyordu farkına varmadan belki, ‘Biz büyüğüz, biz en büyüğüz, ya da en nitelikli örgütlenmeyiz’ şeklinde” (Syf: 138)

Tabii ki bu yerinde ve çok doğru teşhis, ama dokuz yüz kişinin bir numaralı sanığın savunmasından Semender mucizesinin fitilinin yakılmasını bekliyor olması da ayrı bir handikap değil mi? Oysa bence Oğuzhan Müftüoğlu, çok sorumlu davranarak, kıyıma hazır darbe yönetimine yeni can kurbanlarını alma şansını vermemiş oldu. O savunmada güçler dengesi gözetilmeseydi, dışarıda çok sayıda insanın telef edileceği çıkışlara girişilebilirdi; o zamanların koşullarında hiçbir yararı olmayacağı ve sinmiş halktan da destek gelmeyeceği gün gibi açıkken. Zaten aynı mantığı tersinden izlersek Oğuzhan Müftüoğlu’nu da tek başına koca bir Dev-Yol’u var eden  devrimci olarak anmamız gerekmiyor mu?

Ancak hareketin çoğunluğu şu cümlede hemfikir gözüküyor:

“12 Eylül’den sonra Devrimci Yol siyasi önderliği gerekeni yapamadı.’’ (Syf. 74)

36 yıl sonra artık farklı bakmak gerekmiyor mu?

Siyasi önderlikte aranan, görülmek istenen RSDİP, Lenin, Troçki, Kamenev, Zinovyev, Buharin, Radek, Kirov, Rikov olmasın sakın. O parti ve önderleri tarihte bir kez ve Çarlık Rusyası'nda bir araya geldiler.

Darbe öncesinde, yapanın kim olduğu hâlâ anlaşılamamış patlamalar, faşistlerin Alevilere yönelik kıyımları ve katliam girişimlerine karşı, ucunda ölüm olduğu bilinen mücadeleye girmek, öyle kolay iş olmamalı. Faşizme karşı mücadele… Faşizme karşı omuz omuza; bu sözler, kanıksanmış, ezberler değildir.

Anti-faşist mücadele her şeyin önüne geçmişti. Tek bir örnek vereceğim, konunun vahametinin algılanabilmesi için.1978 yılıydı, Ferhat Tüysüz ve Veli Can Oduncu, solcuların oturduğu, devrimcilerin gelip gittiği kahvehane tarama eyleminde 7 kişinin katili olarak yargılanırken gazetelere de yer verilen şu sözleri savunmada hâkime söylemişlerdi:

"Kahvede otururken canımız sıkılıyordu, kalkın komünist öldürelim, deyip çıktık ve kahveleri tarardık."

"Maraş’ta yaşananların bir benzeri Çorum’da yaşanmış, altmış civarında Alevi yurttaş katledilmişti." (Syf. 132)

 

Uykusuz gecelerin yılları

 

"1978-79 ve 1980 yılları uykusuz gecelerin yıllarıydı. Sabaha kadar mahallelerde nöbet tutuyoruz, gündüz yine koşturma içindesin, dolayısıyla günleri dört saatlik uykuyla geçirdiğimizi hatırlıyorum, yani tamamen yirmi saat uyanık bir şekilde. Bir yandan bölgede faşistlere karşı direniş mücadelesi sürdürüyorsun…" (Syf. 254)

Her üç kitaptaki söyleşilerde de bu insanüstü özveriyi görmek mümkün.

O yıllar için, bugünlerde "niye öyle yapıldı, niye bu yapılmadı?" demek, her şeyden evvel etik değildir. Saygısızlık olarak kabul ediyorum. Çünkü o yıllarda genç yaşında bu anlatılanlara tanıklık etmiş, haberdar olmuş, gazetelerden okumuş, cenazeleri görmüş, Devrimci Gençlik dergisini okumuş, üstelik de Dev-Yol'cu olmayan bir birey olarak, bugün bir hak teslimi gereğini duyuyorum. Dev-Yol’cu olmamam, yanlış bulduğumdan değildi; Ankara Kuzey Kafkas Kültür Derneği'nde çalışıyordum ve yok edilme eşiğine gelmiş Çerkes halkının diline, kültürüne sahip çıkmak, yaşatmak gibi acil sorunlarla meşgul olan ve kurtuluşun anavatana dönmekte olduğunu savunan, bugün de aynı düşüncede olduğum "Dönüşçü" diye adlandırılan grubun faaliyetlerine aktif olarak katıldığım içindi. Ama Emek Direniş Komitesi ile her zaman sıcak ilişki kurulmasına çok gayret etmiştik, muvaffak da olunmuştu ki, silahlı faşistler tarafından derneğimiz basılmıştı.

12 Eylül darbesi, beş vasat kapasiteli generalin ve başlarının hükümranlık arzusu ve şehveti ile yapılmış değildir. Yükselen sol dalga ve toplumsal muhalefete karşı bir dalgakıran olmak; ardından da 12 Mart'ta tam anlamıyla başarılamamış solun kanlı yöntemlerle kazınması misyonunu tamamlayıp, küresel sermayeye dikensiz gül bahçesi olarak ülkeyi ikram etmek üzere tasarlanmış bir programın ilk etabıdır. Bu etapta; neoliberal ama aynı zamanda da muhafazakâr Turgut Özal, en az Kenan Evren kadar sorumludur, vebal sahibidir. Sırtlarını ABD ve CIA’ya dayadıkları da apaçıktır. O yıllardaki şu somut ama tikel olmayan vaka, bugünlere dek süren bir geleneğin "Flash Point"idir..

"1979 yaz aylarında Amerikan Büyükelçiliği İkinci Katibi Robert Alexander Peck’in bölgede Alevi-Sünni çatışmasını körüklemeye yönelik çalışmalar yaptığı ve bu çalışmalarında yöredeki MHP’lilerle işbirliği içinde olduğu… Peck’in Suluova’daki Saraçoğlu dinlenme tesislerine gelip orada yörenin önde giden MHP’lileriyle toplantılar yaptığı… Peck’ in 1980 yazındaki Çorum olaylarında da parmağı olduğu… Resmi elçilik görevinin gerçekte CIA ajanı kimliğini gizlemekte olduğunu, bölgemizde de Alevi-Sünni çatışmasını körüklemek için bulunduğunu… Peck’in gittiği her yerde MHP’lilerle yoğun ilişki içinde olması MHP’nin CIA tarafından kullanıldığına dair devrimcilerin tezlerini doğrulayan bir diğer gerçekliktir." (Syf:251-52)

Bugünlerden bakıldığında, o unutulmaz Yeni Çeltek ve Fatsa mucizelerinin esbab-ı mucibesi daha iyi görünüyor. Bitmeyen bir enerji, inanç ve kararlılığın, ama hepsinden de önemlisi çok çalışmanın ve azmin, hedefe önce kendi inanıyor olmasının getirdiği fedakârlık ve samimiyetin karşılığıdır bu yüz akı başarılar. Geçmişte kalmış olsa da.

Mülakatları verenler yaşamlarının en eğerli yılları olarak bu harekete katılıp görev ve sorumluluk aldıkları zamanlardan onurla söz ediyorlar. En ufak bir pişmanlık, ütopyaların peşinde boşuna koşmuş olmakla, somut bugünün soyut bir yarın uğruna feda edilmişliği gibi bir duygunun zerresi yok.

Geçtiğimiz yıllarda, biri Kürt, diğeri Alman iki çok genç insanla tartışırken söyledikleri sözler, dehşetle irkilmeme sebep oldu.

Kürt devrimci ÖDP’li idi. Ona, Dev-Genç, THKP-C ve Kızıldere’yi anlatırken, "Bildiğiniz olaylar, o yüzden çok ayrıntıya girmeyim" dediğimde şunu söylemişti:

"Gir abi, bilmiyoruz ki o yılları. Biz Sovyetler Birliği'ni bile görmedik,  doğduğumuzda dağılmıştı."

Yani bu, şu demekti: Gezi kuşağı, Sovyetler dağılırken dünyaya geliyorlardı. Nikaragua Sandinista devrimini, Deniz'lerin idamını, Nurhak ve Kızıldere’yi okuduklarından -artık ne kadar yazılmışsa ve yazılanların ne kadarını okumuşlarsa o kadarını- biliyorlar.

Alman olan ise, üniversite mezunu, ABD’de lisans yapmış, internet sayesinde serbest çalışıyor, aynı zamanda bir heavy metal grubunda solistlik yapıyor. Münih doğumlu Kırgız kökenli eşi de akademisyen ve şehir orkestrasında keman çalıyor. Almanya ve dünyadaki gelişmelere karşı ilgililer. Onunla da konuşurken daha "RAF-Ulrike Meinhof…" diye başlayan cümlem bitmişti ki, "Onlar katil" dedi. Gayet kendinden emin bir tavırla ve ses tonuyla söyledi, çok şaşırmıştım.

Şu bir vaka, ki gözden ırak tutulmamalı; Gezi kuşağı, Wall Street ve Londra bulvarlarını, G-7 zirve toplantılarını yapanları tedirgin eden eylemlerin özneleri, bu iki tipolojiden müteşekkil.

Troçki, 17 yaşında devrimci, 18 yaşında Marksist, 26 yaşında 1905 Petrograd İşçi Sovyeti Başkanı'dır. Mahir vurulduğunda 26, Deniz idam edildiğinde 25, Taylan Özgür vurulduğunda 21, İbrahim Kaypakkaya işkence sonucu hayata veda ettiğinde 24 yaşlarındaydılar.

Her kuşaktan, aynı politik praxis’i yaratmalarını, en üst düzeyde teorik ve ideolojik formasyona sahip olmalarını ve o destansı cesareti göstermelerini elbette bekleyemeyiz. Ama şu anda kapitalizme kafa tutan dünya gençliği de, içinde doğduğu maddi koşullara göre bu şekilde forme olmuş. Artık ne, "RAF’ın aslında eylemlerinin son analizde emperyalizme karşı…" ne de "Sovyetler'de sağlık, eğitim, ulaşım, konut, ısınma devlet tarafından karşılanıyordu, işsizlik yoktu… Paris Komünü'nde doğrudan demokrasi uygulaması… direniş komiteleri o zamanlarda…" gibi arkaik söylemlere!? itibar etmiyorlar.

Ne eskiyi dinlemeye tahammülleri var, ne de eskiden ders çıkarma gibi bir dertleri; çıkarılacak derslerin pek işlerine yarayacaklarına da inanır gibi değiller. Ama yeniyi de onlar temsil ediyorlar ve kapitalizme sarsıcı dipten vuruşlarla küresel sermayenin ahlaksız yüzünü gün ışığına çıkartıyorlar. Neoliberalizmin karşılarında aciz kaldığı bu yeni devrimci kuşak, otoriteden, hiyerarşiden, her türden totaliteryanizmden nefret ediyor ve bir bilen yetkeyi lügatlarına dahi almıyorlar.

Küreselleşen ekolojik sorunlar 70’lerde Batı Alman Yeşiller Partisi'nin program ve eylemlerinin ana eksenini oluşturduğunda, dünyanın bu realiteyi algılamakta yirmi yıl ayak sürüdüğüne tanık olduk. Hem küresel kapitalizm, hem sosyalist ülke yönetimleri -ilk nükleer santral Sovyetler Birliği'nde inşa edilmişti, Nisan 1986'da o korkunç nükleer facianın yaşandığı Çernobil, Sovyet Sosyalist yönetimindeydi. Bunlar devletler düzeyinde tespitler ama, muhalif-sosyalist hareketlerin de ekoloji sorununa yaklaşımları yirmi yıllık bir geç algı süresine tekabül ediyor. Tıpkı kadın özgürlüğünün idrakindeki gecikme ve kabulde, sindirmede gözlemlenen zorlanma gibi.

Şimdilerde ise karbondioksit oranı artık gezegen ve insanlığın sonuna gidişatı hızlandırıyor, su rezervleri azalıyor, ormanlar vahşice yok ediliyor. Bunlar amenna biliniyor, ama şimdi endüstriyel kapitalizm, önce deniz ve okyanusun neredeyse sınırsız olduğu varsayımıyla kirlenip, deniz canlı türlerini üçer beşer yok etti; yetmedi, asıl facia uzaya sıçradı. Uzayın da sınırsız olduğu görüşüyle uzay teknolojik atıklarla kirletilmeye başladı. Serseri mayın tabiri artık uzayda gezinen atıkların çarpışmaları tehdidi ve riski yükseliyor. Çünkü uzaydaki bu kirlenmenin nesnesi olan gezinen atıkların çarpışmasının bedeli şimdilik, iki buçuk milyar dolara mal oluyor.

Artık devrimci mücadele, kapitalizme karşı bu yeni mücadelesinde, yukarıda saydıklarımın yanında, nükleer tehdit, volkanların patlamalarının yeniden başlaması, iklim değişiklikleri, kıtaların topografik kımıltıları ve deniz seviyesindeki değişimler, küresel ısınma, doğanın çölleşme tehdidi dâhil, her türden canlının yaşam hakkına kasteden tüm müsebbipleri yok etmeyi varoluşsal bir hedef olarak önüne koymak durumundadır.

136 liman şehri ve yaklaşık bir milyar insan, Endonezya, Bangladeş, Hollanda vs. gibi ülkeler bir metrelik deniz yükselmesiyle yok olacaklar. Artık "emeğin kurtuluşu" söylemi gelinen bu noktada tek başına yeterli sedayı sağlamıyor.

O Kürt devrimcinin söylediği söz, Sovyetler Birliği'ni bile görmemiş olmak bu yeni kuşağın tamamına şamildir, unutulmamalıdır.

Alman gencin RAF için söylediği, "onlar katildi" yargısı bugün Dev-Yol için bir gurur vesilesi olmalıdır:
Türkiye’ de hiç kimse, Dev-Yol için "onlar katildi" diyememiştir… Devlet ve hatta faşistler bile… Kenan Evren ve Alpaslan Türkeş bile.

Londra bulvarları, Paris caddeleri, New York sokaklarında kapitalizme ve neoliberal politikalara yönelik kalkışmalar yaşanırken, kırk yıl önce, Tek Yol Devrim, sloganını alamet-i farikası, moda tabirle motto’su hâline getirmiş bir hareketin daha üreteceği ve birikimindeki yeni mücadelelere katkı potansiyeli var; henüz tükenmiş değildir. Çünkü, daha geçtiğimiz günlerde, Londra’daki kalkışma sırasında TV muhabiri, olayların en sıcak anında maskeli bir eylemciye şu soruyu sordu:

Ne istiyorsunuz?

Maskesini indiren sokak eylemcisi, gayet sakin, gülümseyerek yanıtını verdi, sonra da hızlıca maskesini yüzüne geçirip çatışmanın içine daldı. Cevap iki kelime idi: 
DEVRİM İSTİYORUZ.

Yazarın Diğer Yazıları

100 Sene 100 Nesne: Cumhuriyete Nesnelerin Gözünden Bakmak

100 Sene 100 Nesne mamulü ve Kültür Hane mütekabiliyeti denklik bağlamında birbirine yakışmış

Yapay zekâ ile sanat ve müzik

Yapay zekânın egemenliği, romantizmin sonu olacak ya da başka bir tür romantizm yaratacak. Fakat bu yeni romantizmin duygulanımı, organik zekânın yerini alabilecek mi?

Anımsanan hatıralar ve siyasi belleğin tahkimatı

Yazar Recep Tatar, gönüllerde cürmünden fazla yer kaplayacak bu kitabıyla şimdi bir kapı araladı...