22 Ocak 2017

Şöyle bir durup bakınca…

Türkiye'nin tarihi çatlakları özenle ve ”şefkatle” diri tutuluyor

Pek fazla sekmiyor, hemen hemen her gün bir olayla –ya da olaya- uyanıyoruz. Bu olay çarpıcı, sarsıcı, kızdırıcı, üzücü, düşündürücü, bütün bunlar olabiliyor. Çok zaman resmen çıldırtıcı olabiliyor. Bunlarla örülü bir labirentin içindeyiz; dışarı çıkabilelim diye bize verilmiş ipin ucunu da kaybetmiş olarak. Ama çaresizlik içinde bakınırken, bu koridorlarda daha birçok ipin ucunu kaybetmiş kişinin dolaştığını görüyoruz. Labirenti oluşturan, labirenti yapan şey de bu dolaşmalar. Sonuçta herkes kendi hesapsız rotasını koruyarak kendi rotasını inşa ediyor.

Bu AKP politikalarının fiilen cereyan ettiği düzey. Bu düzeyde dolaşmaktan doğrusu bıktım. Şurada burada kalaşnikof, bilmem kaçıncı muhtarlar toplantısı ya da döviz terörizmi gibi konulardan uzaklaşıp bu toplumun önceden beri devam eden sorunlarına, dünyanın geri kalanıyla kurduğu ilişkilerine, bu dönem ve bu zihniyetin ezeli sorunlara verdiği yeni biçimlere, en önemlisi de sırtımızda bu yüklerle kendimize nasıl bir gelecek kurabileceğimiz sorusuna, biraz daha geniş uyruklu bir yerden bakmak istiyorum. Bu bakışı bugünkü koşullarda gösterecek manzaranın pek aydınlık olamayacağı belli. Ama olmasını istediklerimiz değil, gerçekte olanlar üstünde durmak zorundayız. Karanlık kehanetlerle moral bozmak kötü bir şeyse, olmayan pembe beyazlıklar yaratarak insanları kaçınılmaz hayal kırıklıklarına sürüklemek daha iyi bir şey değil.

Labirentle kaybolmayanlardan Ahmet İnsel geçen gün Cumhuriyet’te Türkiye’nin üç kırılma hattından söz ediyordu. Birincisi ve en kolay akla geleni Türk-Kürt ayrımı tabii. Bütün dünyada hâlâ en keskin ayrım etnik olanı. Bu ayrımın Türk tarafında durup, öbür tarafla empati kurabilen çok az kişi var.

İkinci ayrım Sünni-Alevi ayrımı. Sünni ya da Alevi kimliğini ciddiye alanlar için, her iki tarafta da ciddi bir ayrım. Çok uzun bir olumsuzluk birikimi var. Alenen alevlenecek bir birikim. Birbirlerini tanımıyor ve güvenmiyorlar.

Bu ikisi yetmiyormuş gibi ideolojik ayrım da var ve hayat tarzı ayrımıyla örtüşüyor sayılır. Modernler bir yerde geleneksel-mütedeyyinler öbür tarafta. Bu da öbür ikisinden daha kolay çözülür bir ayrışma değil. Yalnız doğuştan elde edinilen kimlik farkının olduğundan daha sofistik. Sonuçta, “nasıl yaşamalı” sorusunun çevresine toplanıyor ki bu da son derece önemli ve kapsamlı bir şey.

Bir toplumda böyle çatlakların bulunması ­o toplum için bir sağlık göstergesi değildir elbette. Bunu söylemekle topluma “çatlak” bulunmasının tehlikeli olduğunu söylemek istemiyorum; “böyle” çatlaktan söz ediyorum. “Doğuştan edinilen kimlik” denen; örneğin bir Alevi-Sünni ayrımının bir sorun olarak hâlâ yaşanıyor olması bir ayıp. Ama yaşanıyor. Etnik konu şüphesiz daha karışık. Bugün bütün dünyada, birçok yerde hâlâ şiddetle yaşandığı da bir başka olgu. Ama “sorun” olmaktan çıktığı çıkarıldığı yerler ve örnekler de yok değil.

Ahmet İnsel değindiğim yazısında sıraladığı bu üç çatlakta  Erdoğan’ın çoğunluk tarafında durduğunu (bu çoğunluğu da “geleneksel-Sünni-Türk” diye adlandırabiliriz) bunun için de  ülkede “çoğunluğun önderi” konumunda bulunduğunu söylüyor. Buna biraz daha yakından bakmakta yarar var. Çünkü doğruysa bundan çıkacak bir sonuç Erdoğan’ın  “çoğunluğun önderi” konumunu sürdürmesi için bu çatlakların da sürmesinin gerekli olmasıdır. Yalnızca “sürmesi” de değil sorun. Bunlar hep vardı, ama varlıkları bu kadar endişe verici değildi.

Ama Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’sinde, Tayyip Erdoğan’ın politikasıyla üzerine benzin dökülmüş korlar gibi alevlendiler.

“Muhafazakâr-Türk-Müslüman” kesimin “değişmez önderi” olma konumu bu kesimin kendisini şu şekilde, bu şekilde bir tehdit altında hissetmesiyle kazanılır ve sürdürülür. Ancak bu kesimin söz konusu üç alanda karşısında ye alan  azınlık gibi bir “tehdit” daha çok, elde olduğu var sayılan hegemonik konumun kaybedilmesinden duyulan korku şeklini alıyor. “Kürtler” denilince baş korku “Ya ayrılırlarsa” korkusu. Bunu vurguladığınızda normal olarak AKP’ye oy vermeyen, hatta düpedüz düşmanlık duyan kesimler de bakıyorsunuz, AKP’nin bugün uyguladığı politikaların yanında.

Alevilerin, Sünniler için bir “tehdit” oluşturduğunu düşünebilir miyiz?  Şu ortamda onların talepleri cemevlerinin statüsü gibi, son analizde simgesel şeyler. Bazıları “Diyanet İşleri’nde biz de bulunalım” diyor. Ama “Diyanet İşleri bizim olsun” diyen yok, diyeceği olan da yok. O aynı “hegemonik konum” nedeniyle bu talepler de karşılanmıyor.

En çetrefilli ve sorunsal alan üçüncüsü, kabaca “kültürel” diyebileceğimiz alan. Çünkü bu “muhafazakâr- Sünni- Türk” çoğunluk orada “hegemonik” değildi; hattâ bir şekilde ezikti. Şimdi orada da bir hegemonya kurma uğraşına girildi ve bu, alanın kendi kural, ölçü ve gelenekleri çerçevesinde pek başarılı da olmadı. Olmadı çünkü Erdoğan saltanatında burada hegemonyayı ele geçirmeye çabalayan kesim bunun için gerekli asgari dinamizmden yoksun (bunun ancak birkaç bireysel istisnası var). Dolayısıyla en hararetli mücadele bu alanda sürüyor. Erdoğan da en etkili ateşlerini buradan püskürtüyor.

Buradaki hegemonya başka her şeyden önemli. Türkler’in Kürtler , Sünnilerin Aleviler karşısındaki hegemonik konumları yeni bir şey değil. Bu topraklarda bu ilişkiler başından beri aşağı yukarı böyleydi. Ama Batılılaşma denen “bela” başladı başlayalı hem en somut anlamı ve biçimiyle iktidarı elde tuttular, hem de kültürel-entelektüel üstünlüğü. Bu hegemonyanın maddi temelleri ilkin AKP iktidarıyla ciddi bir şekilde sarsıldı. Eski modernist hegemonyanın fiziksel iktidara dayanan kısmı AKP döneminde erozyona uğradı. Ama AKP işin bu kısmını kendine göre çözse de (bunun kalıcılığı da ayrıca tartışmalı tabii) gerisini getirecek entelektüel atılımı herhalde yapamayacak.

Ancak şimdi bu kesimde AKP’nin yapını iktidara atmasıyla başlayan süreçte edinilmiş iktidar kazanımlarını kaybetme korkusu elle tutulur bir biçimde hissediliyor. Dolayısıyla bu korkuyu kazanılmış iktidarı kaybetme enerjisine dönüştürme çabası da yoğun bir biçimde devam ediyor.

Dolayısıyla Türkiye tarihi çatlaklarını özenle ve ”şefkatle” diri tutuluyor. AKP gibi bir parti, aslında bu gibi sorunları büsbütün “çözmek” değil de, yumuşatmak, hafifletmek çözüme gidecek kanalları açmak bakımından var olmuş ve var olan partilere göre daha fazla imkân ve avantaja sahipti. Ama sonunda seçilen yol, bu yol oldu. Bu var olan çatlakları gidermenin değil derinleştirmenin yolu. Onlarla birlikte toplumda var olan her türlü ayrımı şimdiye kadar olduğundan daha antagonist bir kıvama getirmenin yolu.

Sonuç olarak son derece sakim, sakıncalı bir yol. Bu toplumun bütün güçlüklere, engellere rağmen demokratikleşme yolunda edindiği, birikimlere de yazık oluyor.  

 

Yazarın Diğer Yazıları

İsrail: Sonu nereye varacak?

Savaşa varmadan durulmasıyla daha iyi bir dünyaya adım atmış olur muyuz?

Değişim beklenir mi?

Birinci gelen parti AKP'nin ikinci parti olma sürecini izleyeceğiz, gözlemleyeceğiz. Kim ne diyecek, nasıl tavır alacak?

Sevinçle, ama sükunetle

Bu toplum elbette farklı düşünceler, inançlar, idealler üretecek. Ama bu "farklılık" nedeniyle boğazlaşmak değil tartışmak kültürü geliştirmek gerektiğini bilecek. Son seçimde alınan sonuç bu anlayış ortamının oluşmasında da olumlu rol oynayabilir ve bu potansiyel boşa harcanmamalı