20 Şubat 2018

Saltanat pahalı bir oyun

Bu çağda, hanedanlar hemen hemen her yerde “drone” rolünü benimsemiş durumda. Ama bizimkiler, hele bu kalabalıklarıyla, epey pahalıya mâl olurlardı

Osmanlı hanedanından Ali Vâsıb Efendi (1903-83), anılarını yazmış. Yapı-Kredi Yayınları da bu anıları Bir Şehzade’nin Hatırâtı adıyla yayımlamış. Kitabın editörlüğünü Vâsıb Efendi’nin oğlu Osman Selâhaddin Osmanoğlu yapmış. Merek ettim, okudum. 1924’te sürülen hanedan üyelerinin çeşitli ülkelerde geçirdikleri hayat merak edilecek bir konudur. Tabii taaddüd-ü zevcat koşullarında soylar olağanüstü büyümüş, bir “aile” değil, küçük çapta bir “aşiret” gibi oraya buraya dağılmış, oralarda yerleşmişler.

Biz bu kalabalığın hepsini değil ama bir kısmını Ali Vasıb Efendi’nin gözünden izliyoruz. Ali Vasıb Efendi’nin kendisi 4. Murad’ın torunu. Onun babası da -Ahmet Nihad Efendi- Murad’ın ikinci oğlu.

Sürgün koşullarının bazı hanedan üyeleri için oldukça ağır geçtiği, sefalet koşullarında yaşayıp öldükleri söylenir. Bunu merak ediyordum ben de. İkincisi neye dayandığı pek belli olmayan bir Osmanlı “medh-ü sena”sının revaçta olduğu bu günlerde, bir Şehzade’nin zihni yapısını görmek ilginç olur diye düşünmüştüm. “Anı” türü, bu bakımdan ilginç ipuçları sunan bir türdür.

Sonuçta anılar için “ilginç” denebilir belki; ama, okumaya başlarken beklediğim özelliklerinden ötürü değil.

İngilizcede “drone” kelimesi “erkek arı” anlamına gelir. Erkek arılar kovan hayatı içinde hiçbir iş yapmıyorlar; başlıca “iş” olan bal yapımında hiçbir rolleri yok. Ama önemli bir işlevleri var; “aseksüel” olan işçi arılar değil, bu erkek arılar kraliçe arıyı döllüyorlar. Doğa onlara bu önemli işlevi vermiş, ama bunun dışında hiçbir şey yapmıyorlar. Onları yedirip içirmek bile işçi arılara kalıyor. Dolayısıyla “drone” kelimesi İngilizcede aynı zamanda “asalak” anlamında kullanılıyor.

Ali Vasıb Efendi’nin anılarını okurken bu “drone” kelimesi sık sık aklıma geldi. Vasıb Efendi sürgün öncesinde, İstanbul’da genç bir şehzade olarak askeri okula devam ediyor ve subay olmaya hazırlanıyor. Bu “subay”lığın ciddiyet derecesi herhalde şehzadeden şehzadeye değişir. Kimileri -muhtemelen birçoğu- için, belirli günlerde üniforma giyip, nişan takınıp, kılıç şakırdatmaktan öteye geçmez. Ali Vasıb Efendi henüz 21 yaşındayken sürgün yolu görünüyor ve o, birkaç yakın akrabasıyla, ilkin Budapeşte’de kalıyor. Sürgünün bu erken yıllarında pek para sıkıntısı çekmez gibi görünürler.

“Halam Behiye Sultan ile sık sık Peşte’nin muteber yerlerinde en güzel lokantalarına giderdik… Yaz mevsiminde Gerbeaud’un hayvanat bahçesine yakın, başka bir çayhanesi vardı… Bir gün öğle yemeğine Behiye halam ile Royal oteline gitmiş idik ve orada Osman Fuad amcaya resepsiyonun önünde rast gelince pek sevindim. Fuad amcam Karlsbad kürü dönüşü Peşte’ye birkaç gün bizleri görmeye gelmiş… Bir müddet Royal otelinde kaldılar ve daha sonra Buda’daki Gellert oteline indiler.” (s. 182)

Bu Budapeşte faslı. Sonra Fransa’da Nice’e yerleşiyorlar. Daha sonra da Mısır’a. Ama şu kısacık alıntıda gördüğünüz tarz bütün yerlerde aynı şekilde devam ediyor. Çiçekten çiçeğe konan kelebekler gibi kentten kente geçip “otellere iniyorlar”; durmadan birbirlerine rastlıyorlar çünkü hep aynı tip yerlerde (“en lüks” olanından) geziyorlar. Golf oynuyor, tenis oynuyor, ata biniyor, polo oynuyorlar. Derken briç oynuyor, bakara oynuyor, çeşitli hafif ya da ağır kumar oynuyorlar. Alafranga dansları hiç kaçırmıyorlar. Bir oyundan öbürüne geçiyorlar. Ziyafetler veriliyor içkiler “alınıyor”, paralar veriliyor. Bu alan ve verenlerin çoğu çeşitli ülkelerin Ali Vasıb gibi sürgün hanedanlarından. Ali Vasıb yalnız Mısır’dayken, çalışıyor! Ama bu da “çalışma”ya benzer bir şey değil.  Antoniadis Sarayı’na nezaret etme görevi verilmiş. Sabah oraya gidiyor, öğleyin ayrılıyor, öğleden sonra “iş”e gittiği vaki değil. Para sıkıntısı var ve artıyor; ama herhangi bir amacı olmayan bu gezme-tozmaları engellemiyor.

Ali Vasıb Efendi’nin siyasi ya da başka türlü görüşleri var mı? “Görüş” denebilirse, Mussolini’nin İtalya’ya disiplin getirmiş olmasını çok beğeniyor. Bunu gezintileri arasında tanıştığı iki İtalya gencine de söylüyor.  Ama onlar Mussolini’yi hiç sevmediklerini söyleyerek Ali Vasıb Efendi’yi şaşırtıyorlar. Hitler’den de olumlu tonda söz ediyor; “sol”dan kurtardığını söylüyor. Ancak bu anıları yazmaya 1951’de başlamış; yani savaş bitmiş ve beğendiği bu önderler yenilmiş. Dolayısıyla onlar hakkında uzun boylu övgü yok.

Bence Ali Vasıp Efendi’nin bu tavrı onun faşizan bir görüşü olduğunu göstermiyor. Düşünülüp de benimsenmiş bir ideoloji olduğunu sanmıyorum. Bir “hanedan üyesi”nin kendiliğinden (spontane) sağcılığı.

Kalabalık “Osmanoğulları” kabilesi dışa karşı “birlik ve dayanışma” içinde oldukları imgesini yerleştirmek istiyor. Ama öyle değiller, ilkin son Padişah Vahdettin ile Halife Abdülmecid birbirlerinden hoşlanmıyor ve birlikte hareket edemiyorlar. Ali Vasıb Efendi ikisinden de hoşlanmadığını saklamaya çalışmıyor. Bu arada Abdülmecid Efendi’nin de demokratik bir kültürü olmadığını görüyoruz. Onun oğlu Ömer Faruk, Abdülmecid’in en sevgili oğlu Burhanettin Efendi, hiçbiri öyle bir kültüre sahip değil. Kabilenin hepsi bu anılarda geçmiyor olabilir, demiştim. Öyle ama Ali Vasıb Efendi’nin tanıdığı ve “ülfet” ettiklerinin sayısı hiç de az değil. Dört yüz sayfayı geçen bu anılarda rastladığımız Osmanlı şehzadelerinden hiçbiri dünya sorunları hakkında daha keskin bir görüşe ( doğru olsun, yanlış olsun, yeter k, bir “görüş” olsun) sahip değil. Yani, diyeceğim, bu insanların bana da çok kaba gelen bir üslupla yurt dışına sürülmeleri, memleketi, her şeyi bambaşka bir biçime sokacak bir dehadan yoksun kılmamış.

Bu herhalde yadırganacak bir şey değil. Kralların her şeye karar verdiği çağlarda dahi bu gibi yeteneklere sahip olmayan “monarklar” görülürdü. Bu çağda, hanedanlar hemen hemen her yerde “drone” rolünü benimsemiş durumda.

Ama bizimkiler, hele bu kalabalıklarıyla, epey pahalıya mâl olurlardı.

Yazarın Diğer Yazıları

Futboldan al haberi

Futbolun oyuncusu da değil de özellikle seyircisinin davranışlarının bize toplumda yerleşmeye başlayan bir şeyleri haber verdiğini akılda tutmamızda yarar var

Kıran kırana

Erdoğan'ın kendine yakıştırdığı siyaset yapma üslubunda hedef, karşı tarafı yenmek ya da sadece yenmek değil, yok etmek

İki cepheli mücadele

Sınıf kavgasının kimlik sorunlarıyla iç içe geçtiği bir mücadele bu; onun için, muhalefeti ilerletirken, bunların ikisini birden gözetmek durumundayız