21 Temmuz 2018

Mutlakiyet

Tarihin şu döneminde, otoriterlik konusunda padişahlığı da yaya bırakmış durumdayız

NATO toplantısında Tayyip Erdoğan, Trump’la karşılaşmış. Sabah gazetesinde birinci sayfada, sonra da iç sayfada, aynı hikâyeyi iki kere okudum. Malûm, Trump Amerika’nın geleneksel müttefiklerinden pek hazzetmiyor. Putin’i, Kim’i pek takdir ediyor ama Avrupalılara ya da Kanada’ya bozuk çalıyor. Orada da kendini göstermiş.

Bir kere “Para verin” diye üstelerine yürümüş. Bunda haklı olabilir. Bütün dünya masrafları zengin amcamız Sam’e ödetmeye biraz fazla alışmış olabilir. Ama konuştuğu bu adamlar demokratik ülkelerin siyasi önderleri. Belki vakit kazanmak için “Meclis’e danışmalıyız” türünden cevaplar vermişler. Vakit kazanmak için; atlatmak için; gerekçeleri başka konu; ama söyledikleri doğru. Demokratik bir ülkede böyle işler halka, halkın meclisine danışmadan yapılmaz.

Bu noktada Tayyip Erdoğan hikâyeye giriyor. Trump, “Bunların hiçbirinde iş yok. Ne varsa sende var” anlamına gelen bir şeyle söylüyor. Herhalde “Çak” diyor. Yumruk tokuşturuyorlar. Sabah da göğsü kabararak bunu anlatıyor. Kendini tutmasa her sayfada bir daha yazacak.

Bu  genel Türkiye tavrıdır. Bir “ecnebi” hakkımızda övücü bir şey söyledi mi, pek bir kıvanç duyarız. Koskoca Amerika’nın koskoca başkanı, bizim başkanımızı beğenmiş, gel de kıvanç duyma.

Gerçi iki gün sonra, Trump bu güzel havayı bozdu; Amerikalı misyoner konusunu gündeme getirip işin tadını kaçırdı. Ama neyse müktesebatta bu da var.

Gelgelelim, Trump’ın övgüsü üstüne şöyle yarım dakika düşününce, durumun kıvanç duyulacak bir durum olmadığını görebiliyoruz. Herkes konuyu meclisine danışma gereği duyarken bizim başkanımız böyle bir ihtiyaç duymuyorsa, bu, bizim ülkemiz hakkında ne söylemiş oluyor?

Ne söylediği besbelli. Bunun öyle kıvanç duyulacak bir şey olmadığı da besbelli.

Ama dünyanın her köşesinden çıkan irili ufaklı Trump’lar sayesinde “demokrat” olmak neredeyse suç haline geldi.

Bu Trump’la “kutlulaşma” olayı sonrasında bir de Cumhurbaşkanı Danışmanı’yla yapılan bir konuşma yayımlandı. Bu da aynı şeyi söylüyor. Türkiye’de bundan böyle kutuplaşma olmazmış çünkü zaten tek bir irade varmış! Bunun böyle olduğunu aslında hepimiz biliyoruz da anlaşılan verdiğimiz değer değişiyor. Danışman, topluma bir müjde verme edasıyla söylüyor bunu. “Haydi, haydi! İyisiniz gene!” falan derler ya, tam o tonda.

Evet, artık her işimiz böyle hızlı olacak. Arada belki kararname çıkarıp, üstüne onu geri alan kararnameler çıkarmak gibi tuhaf olaylar da olacak ama bunlar hep o tek iradeye bağlı olacağı için bizim herhangi bir endişeye kapılmamıza gerek kalmadı. Sessizce seyredeceğiz ve ses çıkarmak söz konusu olduğunda ağzımızdan hep aynı onaylama sesleri çıkacak. Hani o borsayla ilgili insanın kanını donduran karar çıkınca hiç öyle kanımız donmuş gibi yapmayacağız. “İyi oldu” diyeceğiz. Bir gün sonra geri alındığında “Daha iyi oldu” diyeceğiz. Belki iki gün sonra, geri alınan karar   geri gelecek. O zaman da, “İşte şimdi en iyisi oldu” diyeceğiz. Dört ilke ama irade tek.

Osmanlı konusunda bakıyordum, birkaç gündür. Nesinin bu kadar çekici geldiğini anlamaya çalışıyordum. Fütuhatı mı nesi? “Bizim geçmişimiz ne kadar şanlıymış” diyerek mi bağrımıza basacağız?

Ama Cumhurbaşkanı yalnız şanlı fütuhat dönemlerini değil, pek şanlı işler olmayan Abdülmecid dönemini de seviyor. Hilafet mi hoşuna gidiyor? Yoksa yalnız Atatürk’ün bunları sevmemesi, sevmek için yeterli bir neden mi?

Şu son hikâyelere bakınca, “Ferman”la işleyen toplum modeli hepsinden daha çekici görünmüş olabilir diye düşünüyorum.

Aslında Osmanlı’da da karar mekanizmaları dışarıdan göründüğü kadar keyfi, onun kadar “tek-adam iradesi”ne bağlı değildi. Tarihin şu döneminde, otoriterlik konusunda padişahlığı da yaya bırakmış durumdayız. 

Yazarın Diğer Yazıları

Futboldan al haberi

Futbolun oyuncusu da değil de özellikle seyircisinin davranışlarının bize toplumda yerleşmeye başlayan bir şeyleri haber verdiğini akılda tutmamızda yarar var

Kıran kırana

Erdoğan'ın kendine yakıştırdığı siyaset yapma üslubunda hedef, karşı tarafı yenmek ya da sadece yenmek değil, yok etmek

İki cepheli mücadele

Sınıf kavgasının kimlik sorunlarıyla iç içe geçtiği bir mücadele bu; onun için, muhalefeti ilerletirken, bunların ikisini birden gözetmek durumundayız