03 Şubat 2018

İçinde bulunduğumuz evre

Her olay yeni bir görüş farklılaşmasına yol açıyor; görünürdeki sorun Afrin olabilir ama o, zaten var olan bölünme durumu içinde, sınırlı bir olay

Dozu ve hacmi gittikçe yükselen bir kavga atmosferinde yaşıyoruz. Bu hep böyle miydi? “Tartışma” olması gereken şeyin çarçabuk kırıcı ve kıyıcı bir sövüşme haline geldiği, toptancı suçlamalarla konuşmanın gelenek olduğu bir toplum bu. Onun için “hep böyleydi” denebilir. Gene de, AKP iktidarı dönemi ve özellikle de Gezi’yi izleyen şu son evrede içine girdiğimiz atmosferin benzerini yaşamamıştık.

Buna en çok benzeyen ya da bunun en çok benzediği “tarihî dönem” 27 Mayıs öncesinde, DP-CHP çekişmesinin ortalığı kapladığı dönemdir gibi geliyor bana. Çünkü o zaman iki temel parti vardı ve (Millet Partisi gibi çoğunluğu temsil etme imkânı olmayan yapılara rağmen) toplumun tamamı bu iki partiden birinin safındaydı. Kavgada söylenenler akıldışıydı: “Demokrat Partili soğuk hava dalgası ekinleri kırdı!”, “Halk Partili deprem kırk can aldı!” misali bir kavga. Et-Balık Kurumu’nda kıyma yapılmış cesetler söz konusu olduğuna göre, endazenin kaçırıldığı anlaşılıyor. Köylerde Halk Partili kahvelerle, Demokrat Partili Kahveler ayrışmıştı.

Uzatmayayım. Gene böyle bir ortamdayız. Her olay yeni bir görüş farklılaşmasına yol açıyor. Örneğin, CHP muhalefeti, Afrin operasyonunu onaylıyor; ama ertesi ve bu olayda onaylanmayacak şeyler (örneğin ÖSO’nun mahiyeti ve yeri) ortaya çıkıyor ve aynı abartılı, çatışmalı dille taraflar birbirlerine saldırıyor: “Onlar Kuva-yi Milliye’dir” ya da “Bunu nasıl söylersin? Özür dile!” v.b.

Çünkü sorun, görünürdeki sorun Afrin olabilir; ama o, zaten var olan bir büyük bölünme durumu içinde, bugün ortaya çıkmış, sınırlı bir olay. Bu “sınırlı olay”a bakış, ister istemez o “büyük bölünme”nin mantığından beslenecek. Böyle olunca da hızla yeni bir kavgaya dönüşecek.

“BÜYÜK BÖLÜNME”yi büyük harfle yazayım, çünkü gerçekten büyük, 1950-60 arasının çatışmasından da farklı çünkü o zaman şimdi de devam eden sorunlar söz konusuydu. Ama “hayat tarzı” diye bir sorun yoktu. Daha doğrusu, sorunun kendisi vardı ama, iki temel partinin verdiği kavganın belirleyici bir parçası değildi. Şimdi öyle.

“Hayır, öyle değil. Oralardan kendine ideolojik destek bulmaya çalışan taraf var ama asıl sorun bildiğimiz ‘iktidar’ sorunu. Engelsiz, muhalefetsiz iktidar sorunu! Bu kadar basit!”

Bunu diyenler çıkabilir. “Çıkabilir” değil, mutlaka çıkar. Buna ben de “hayır” diyemem doğrusu. Ama o “ideolojik kaynaklar”ı da hafife almamak gerektiğini düşünenlerdenim.

Bunu geçelim şimdilik. Kavganın bazı özellikleri üstüne birkaç şey söylemek istiyorum.

“Tartışma” nedir? Bir olgu, bir sorun vardır. Biri der ki, “X” yöntemini kullanmalıyız.  Öbürü der ki, “Hayır” o buna uymaz; Y yöntemini kullanmalıyız.” Peki niçin? Çünkü “olgunun mahiyeti şu”. Öbürü der ki, “Hayır, olgunun mahiyeti şöyle şöyle.” Uzar gider. Aslında demokratik-parlamenter sistemlerde siyaset böyle bir şeydir.

Bu taraflar birbirlerini ikna etmeye mi çalışıyorlar. Görünüşte öyle, ama hayır. Bu “tartışma” aslında bir “münazara”dır; yani kimin haklı olduğuna bir “üçüncü taraf”, o nereden çıktı? Çıkmadı, hep oradaydı. Üçüncü taraf “halk”tır. İkna olması beklenen odur. 1950-60 arasında DP-CHP çatışmasında kurallar böyle çizilmişti. Barışçı demokratik kuralları çiğneyenler oluyordu ama zemin bu zemindi.

Şimdi böyle mi? Değilse fark nerede?

Bu aslında her yerde böyledir. Demokratik-parlamenter sistemin temeli budur.

Gelgelelim, “demokratik-parlamenter” dediğimiz düzen neredeyse bütün dünyada bir kriz yaşıyor. Krizi yaratan bir numaralı oyuncu da “popülizm” dediğimiz siyasi tarz, üslup. Bunun bir “Türkiye versiyonu” da var ve iktidarda. 2002’den beri girdiği, geçirdiği oylama sistemlerinde her seferinde kendi istediği sonuçları alamamış olsa da, başka herkesten başarılı olduğu besbelli. İktidar, iktidar partilerini yıpratır. AKP, on beş yılı geçen iktidarında öyle görünür bir yıpranma içinde değil – toplumdan aldığı destek bağlamında söylüyorum, yoksa genel olarak yıpranma bakımından söylenecek çok şey var.-

“Popülizm”in her yerde gördüğümüz yöntemlerini uygulayan AKP kendi fikrinde olmayanları “millet”in bir parçası olarak görmemeyi belli başlı politikası olarak benimsedi. Son referandumun gösterdiği gibi, bu kesim toplumun (en az) yarısı da olsa, bu politika değişmiyor. “Onlar yerli ve milli değil.”

Böyle olunca, “ikna etmek” nafile bir eylem oluyor. Uğraşmaya değer bir iş değil. Bunlar iflah olmaz, zaten çoğu “hain”dir. (münafıktır, müşriktir v.b.)

Muhalefeti temsil edenler de zaten AKP gibi bir partiye destek verenleri ikna etmeyi hiçbir zaman kendilerine iş edinmemişlerdi. CHP onları ikna etmez, Ordu’ya şikâyet ederdi.

Dolasıyla, “tartışma” yok, çünkü rakibini ikna etmeye çalışmıyorsun; “münazara” da yok çünkü seçmenin düşüncesini değiştirmeye çalışmıyorsun. Bu görüşe göre, toplum kararını vermiş iki kampa bölünmüş durumda. Bunların hangisi kazansa öbürünü “yok etmek” niyetinde. Yani sadece “kavga” var. O zaman bol bol nefret, bol bol hakaret.

Böyle bir dönemden geçiyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

İsrail: Sonu nereye varacak?

Savaşa varmadan durulmasıyla daha iyi bir dünyaya adım atmış olur muyuz?

Değişim beklenir mi?

Birinci gelen parti AKP'nin ikinci parti olma sürecini izleyeceğiz, gözlemleyeceğiz. Kim ne diyecek, nasıl tavır alacak?

Sevinçle, ama sükunetle

Bu toplum elbette farklı düşünceler, inançlar, idealler üretecek. Ama bu "farklılık" nedeniyle boğazlaşmak değil tartışmak kültürü geliştirmek gerektiğini bilecek. Son seçimde alınan sonuç bu anlayış ortamının oluşmasında da olumlu rol oynayabilir ve bu potansiyel boşa harcanmamalı