17 Eylül 2017

Bir üzüm hikâyesi

21. yüzyılda çözemediğimiz kirli çuval sorunu

Bayram tatilinde Londra’ya uzanan bir arkadaşım, farklı içkilere merakımı bildiğinden yeşil renkli bir şişe ve aynı renk kapaklı bir kitapla çıkageldi: bir şişe “zencefil şarabı” ve onun öyküsü… Aynı akşam arka etiketinde önerildiği şekilde bu sert, biraz tatlı, biraz da acı içkiye limonata katıp yudumlarken, kitabın sayfaları arasında da gezinmeye başladım. Londralı bakkal Joseph Stone, 1740 yılında İzmir’den gelen kuru üzümlerden yüksek alkollü ve tatlı bir şarap yapıp, Jamaika’dan getirdiği zencefil yumrularını taş değirmenlerde ezerek elde ettiği tozu bu şarapta eritmiş. Ve zencefil şarabı böyle doğmuş… Uzun yıllar hoş bir fantezi olarak görülen ve çok da satılmayan bu içki, 1800’lerin ortalarındaki kolera salgınında ise tam bir satış patlaması yapmış. Doktorlar her ay bin kişinin öldüğü bu hastalığa zencefilin iyi geldiğini söyleyince, baharatçılarda zencefil bırakmayan hastalar son çare olarak zencefil şarabına dadanmışlar. Kolera yenilmiş, bu kez de zencefilin afrodizyak özelliği ve yemeklerden sonra hazmettiriciliği öne çıkarılmış. Limonatayla, sodayla, viskiyle karıştırılıp içilmiş, barmenlerin de gözdesi olmuş. Ve satışlar, katlandıkça katlanmış... Zencefil şarabı Avustralya’dan ABD’ye, Yeni Zelanda’dan Karayip adalarına kadar dünyanın dört yanında aranan bir içki olunca üreticisi yanına cinler, votkalar, çeşit çeşit likörler ve aperitifler de ekleyip İngiltere’nin içki imparatorluklarından biri haline gelmiş. Şişesi 11 dolarlık zencefil şarabı, halen yılda 2 milyon şişe civarında satılıyor ve imparatorluk büyüdükçe büyüyor…

 

21. yüzyılda çözemediğimiz kirli çuval sorunu

Üretiminde dünya lideri olduğumuz Sultaniye üzümü sofralık ve kurutmalık değerleniyor, fiyatı 80 yıldır aynı yerde sürünüyor.

Kitaba biraz ara verip elimi yanındaki dergi tomarına attığımda ise, bambaşka bir dünyaya savruluverdim… Ege’nin köklü gazetesi Yeni Asır, Manisa’nın üzümcülüğüyle ünlü ilçesi Salihli için bir ek çıkarmıştı. Salihli Kurtuluş dergisinde, aynen şöyle deniliyordu:

 “Kuru üzümü çuval ipliğine kurban etmeyelim… Salihli Ticaret Borsası Bakanı Yetiş Aksoy, ‘Kuru üzüm ihracatındaki en büyük sorunumuz çuval ipleri’ dedi. ‘Eski, yıpranmış çuvalları asla kullanmayalım. Kaliteli temiz çuvalların tercih edilmesi hayati öneme sahip’ çağrısında bulundu…”

Bir başka sayfada ise bu kez Ziraat Odası Başkanı üzümcüyü uyarıyordu: “Üretici elindeki kuru üzümü saklayacak deposu olmadığı için emanet depolarına döküp ‘açığa yatırıyor’, bunu gören tüccar da fiyatı yükseltmiyor. Üzümü açığa dökerek tüm kozları tüccarın eline vermeyelim, elimizdeki üzümü ihtiyacımız kadarını satalım. Tüccarın elinde üzüm olmazsa, aramaya başlarsa fiyat yükselir. Kuru üzümünüzü açığa yatırmayın…”

 

“Türkler üzümü yerler” ya da…

 

Ülke ekonomisinin hem önemli bir değeri, hem de sorunu durumundaki kuru üzüm, aslında hayatımızda o kadar da eski değil. Zira mübadele yıllarına kadar Anadolu’nun bağ bölgelerinde yaşayan Rumlar üzümün büyük bölümünü şarap yaptıkları için, üzümü kurutma hep ikincil bir yöntem olmuş. İzmir Şarapçılar Cemiyeti’nin 1940’larda hazırladığı Ege Şarapçılığı raporu, kuru üzüm sorununun nasıl başladığını çok güzel anlatıyor:

“1900’lerin başlarında İzmir limanından yapılan şarap ihracatı milyon litreler seviyesindedir. 1903’de rekor kırılmış, 7 milyon 57 bin lire şarap ihraç edilmiştir. Gayrımüslimlerin memleketten çıkarıldığı 1922 senesinde ise üretim 48 bin litreye kadar düşmüştür. O sene Ege üzümlerinin yüzde 70’ini şaraplık üzümler teşkil ediyordu. Vatandaşlarımız şarap sanat ve ticaretini bilmediklerinden bu güzel bağları bozmuş, yerine çekirdeksiz üzüm bağları yetiştirmiştir. Kuru üzüm üretimi bu yüzden çok artmış, nihayet 1930 senesinde 80 bin ton gibi muazzam bir yekûn teşkil eden çekirdeksiz kuru mahsulümüz dış pazarda düşük fiyatla bile alıcı bulamaz olmuştur.”

O gün bugündür sorun hep aynı… Dünyanın bağcılıkta beşinci büyük ülkesi Türkiye üzümünün yüzde 40’ını kurutuyor, yüzde 30’unu sofralık olarak yiyor, kalan büyük bölümünü de pekmez, pestil, üzüm suyu gibi değerlendiriyor. Şaraba işlediği miktar ise sadece yüzde 2… Bu yüzden dünyanın en ünlü şarap yazarlarından Hugh Johnson, “Dünya Şarap Atlası” kitabının en kısa bölümlerinden Türkiye kısmında müstehzî bir ifadeyle “Türkler üzümü yerler!” diyor.

Dünya ikincisi olduğumuz kuru üzümden katma değeri bir tek rakı üretiminde elde ediyoruz.

Yılda 300 bin tona yakın ürettiğimiz ve yüzde 85’ini ihraç ettiğimiz kuru üzüm mü? Dünya ikincisi olmamıza rağmen, kimsenin derdine deva olmuyor, zira 80 yıldır fiyatı değişmiyor. Dünya pazarında ortalama 1 dolar civarına alıcı bulan, Tarım Bakanı’nın “Devlet kilosu 4 liradan alacak” dediği kuru üzümün maliyeti, Üzüm-Sen’in hesabına göre 7 lira 84 kuruş. Köylü kazanamayınca da kullanılmış kirli çuvalını bile değiştirmiyor, bu yüzden de üzümün fiyatı daha da düşüyor.

Üretiminde 250 gram kuru üzüm kullanılan zencefil şarabının şişesi, 11 dolar… 1 kilo kuru üzümü ise 1 dolara bile satmakta zorlanıyor, 21. Yüzyılda kirli çuval haberleri yapıyoruz.

Hugh Johnson’ın izinden giderek, “Türkler üzümü yerler ya da ziyan ederler. Doğanın verdiği hazinelerinden yararlanmayı, bununla zenginleşmeyi ve kalkınmayı bir türlü beceremezler. Kuru üzümden Londralı bakkal gibi bir içki yapmayı bile akıl etmezler” mi demeli acaba?..

Yazarın Diğer Yazıları

Fındıkağacı malikânesi

İskoçya'nın bir numaralı malt viski üreticisinin miras bıraktığı paha biçilmez fıçılar şişelendi, Türkiye'ye kadar geldi…

İçki dünyasından bir Levent Kömür geçti

İçki dünyamızın en büyük şirketi Mey Diageo’yu 7 yıl boyunca yöneten, görevini soranlara “Yeni Rakı’nın genel müdürüyüm” diyen sıradışı bir insanın serüveni…

“Ramazan'ın gülü” giderek soluyor…

Güllaçlarda gül tadının “eser miktarlara” indiği, gül reçelinin hepten unutulduğu, gül likörünün anılarda kaldığı günlerde, sitemli bir Ramazan yazısı…