01 Temmuz 2015

Sahilde...

Polisler konuşmayı kesip sahilde yürüyen bir adama baktılar, adam kenarları beyaz kırmızı plaj havlusunu sırtına atmıştı

Tabletinden T24’te yayınlanmış “Gregor Samsa, bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında…” başlıklı yazıyı okumayı yeni bitirmişti. Arkasındaki ağaçlardan kuş sesleri yükselirken önünde uzanan kumsalın ötesinde, denizde dalgalar ve martılar dans ediyordu. Kulaklığında Nick Cave, Where the wild roses grow şarkısını söylerken aklına sen geldin. “Şimdi ekrana gözlerini kırpıştırarak bakıp okumaya çalışıyordur” dedi içinden. Tablete uzandı. Sayfayı yenilediğinde “Sahilde…” başlıklı yazı ilgisini çekti.  Yazı bir yandan kendisini var ederken bir yandan bu satırların yazarını düşündü. “Yazmaya başlamış yine… Bakalım nasıl bitirecek yazıyı?” Yeniden kulaklığında çalan müziğe yoğunlaştı. Parça değişmiş; Ortaçgil söylemeye başlamıştı.

“Şık Latife, kişinin teki. Senin gibi, benim gibi ancak Şık Latife değişik biri. Sabahları genellikle geç kalkar portakal suyu içer. Ekmek yememesini öğütlemişler, şişmanlarmış… Şık Latife’nin en iyi dostu aynalar. Aynalar söyler, hep o dinler. Konuşulanlarsa güzellikler. Öğleden sonra “nünü” telefon eder. Geçen akşamlarını konuşurlar. Bazan buluşup bir yerde otururlar.”

İphone’u karışık modunda birbirinden alakasız şarkıları kulağına fısıldıyordu. Sıkıldı. Kulaklığını çıkardı. “Biraz da doğayı dinleyim” diye geçirdi içinden.

Sol yanında bir adam fosur fosur sigarasını içiyordu. “Nabıcaz be kamil?” derken ses tonu içtiği sigaranın kokusu kadar kötüydü. Kumsalın üzerinde elbiseleriyle oturmuş kıvırcık saçlı bir adam, denizci olduğu anlaşılan şişman bir adamla karşılıklı sigara içerek efkârlı bir şekilde konuşuyordu. Sıkıldı. Sağ tarafa döndü narin yüzünü.

Öbür tarafta turist oldukları her hallerinden belli olan iki kişi ilginç bir şekilde temiz bir İstanbul aksanıyla konuşuyorlardı. Siyah olan üzerinde şort mayo olduğu halde şezlonga koltuğa kurulur gibi kurulmuş güneş gözlüklerinin arkasından kendisinden emin bir tavırla konuşuyordu, kendisine şaşkınca bakan beyaz adamla. Elindeki iki hapı göstererek… “Buradan sonra dönüş yok. Mavi hapi alırsan hikaye biter. Yatağında uyanır ve istediğin şeye inanırsın. Kırmızı hapı alırsan Mucize Ülkesi’nde kalırsın ve sana tavşan deliğinin ne kadar derin olduğunu gösteririm. Unutma… Sana gerçeği öneriyorum. O kadar.”

“Sigarayla uyuşamayan beyinler haplarla mı uyarılıyor?” sorusu aklından geçerken bir araba sesi duydu. Sahil kenarında rengiyle beraber ruhunu da kaybetmiş eski bir araba durdu. İçinden inen iki takım elbiseli adamdan ince zayıf olan altıncı parmağı haline gelmiş sigarasından bir nefes çektikten sonra elinde bira şişesi gibi tuttuğu telsiziyle aynı arabadan inen arkadaşına “Ben uyumam!. Sadece rüya görürüm dedi… Günler boşa geçiyor. Bir dava üzerinde çalışırken böyle olur. Günler ipini koparmış köpekler gibi geçer.” dedi. Ortağı arkadaşının söylediklerini anlamlandırmaya bile çalışmadan kestirip attı. “Saçma sapan konuşma la!” Evet bunlar polisti!

Polisler konuşmayı kesip sahilde yürüyen bir adama baktılar. Adam kenarları beyaz kırmızı plaj havlusunu sırtına atmıştı. Hamburgerciden alındığı belli olan karton tacını başını geçirmiş şekilde sanki uzun bir yoldan gelmişçesine yorgun bir şekilde katlanan sandalyesini açtı ve denize karşı oturdu. Garip adamın yorgunluğu izlerken kendisine geçmişti. Kulaklığında Depeche Mode, “Enjoy the Silence”ı söylerken “gereksizce manidar” diye düşündü.

Oflayarak tatil hayallerinin tımarhane kabusuna doğru dönmekte olduğunu fark etti. Zaten kumsalda fazla uyumuştu ve başına az biraz güneş geçmişti. İlerdeki telefon kulübesinin içinden bir adamın uçarak yükseldiğini gördü. Gözlerini ovuşturdu, yanındaki soğuk limonatadan biraz içti ayılmak için. Yine aynı telefon kulübesinden bu sefer şık giyimli bir adamın çıktığını gördü. Adam aceleyle taksiye seslendi. Taksici çok sert bir sesle arabasının aynasında kendisine “Bana mı dedin?” diyordu.  

Limonata hararetini almamıştı. “Kızgın kumlardan serin sulara” atlamaya karar verdi. İlk önce havlusunu hazırladı. Biliyordu ki denizden çıktığında havlusuna ihtiyacı olacaktı. Zaten bu galakside insan soğuk bir çay ve havludan başka neye ihtiyaç duyardı ki? Denize doğru yürürken elinde kovasıyla kaleler yapan iki tatlı çocuğun konuşması dikkatini çekti. Çocuklardan biri kendisine kumlardan uzay gemisi yapacağından ve yarışlara katılacağından bahsediyordu. Öbürü de zaten uzaydan geldiğini söylüyor ve insanları anlamaya çalıştığını anlatıyordu. “Çocuklar ne garip!” diye düşündü. Martılar ve vapurların lafını bile etmemeye karar verdi.

“Yeter bu kadar Mehmet Yakın. Sıkıldım senden atlıyorum denize” deyip hızla denize doğru koşarken “freedooooooooom” diye çığlık attı. Sahildekiler “kim bu deli?” diye soran bakışlarla kendisine baktılar.  

Denizde takalar allı yeşili giderken, dümenleri Lazlıydı. En nazlı geçerken yelkenlilerden de güzel bir halleri vardı. Bu sırada sahilin sessiz bir köşesinde çocuk ruhlu ama davudi sesli iri yarı bir adamla her halinden İstanbul beyefendisi olduğu belli olan sessiz bir adam yazdıkları şiirleri birbirine gösteriyorlardı. İstanbul beyefendisi adam şaşkın gözlerle denize bakmadan önce şu şiiri yazmıştı.


“ne atom bombası

Ne Londra konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya.”  

 

Yazarın Diğer Yazıları

Banksy İstanbul’da! Yani?

Evet, Banksy İstanbul'a geldi ve kendisi eserlerinin ücret karşılığında sergilenmesine karşı olsa da sergiyi gezmek ücretli

2015’te Google’da ne aradık, gerçekte ne kaybettik?

Hem gerçek sorunları tespiti hem de sorunlara çözümler geliştirilmesiyle ilgili hem bireysel hem de toplumsal olarak sıkıntılar yaşadığımız aşikar. Belki de bunun sebebini sorgulamamız gerekiyor…

Star Wars VII: Doğru! Hem de hepsi…

Star Wars VII’de eski karakterlerle özlemimizi giderirken bir yandan yeni kuşağın yeni hedef kitlelerin kucaklandığı görülüyor