25 Şubat 2016

Gözyaşı aynıdır

“Bütün dünya 3 aydır burada yaşanan ölümleri izliyor”

“- Gidiyorsun ama…
 - Git tabi de…
 - Sen gitmesen olmaz mı?...
 - İyi git de…
 - Dikkat et olur mu… ?”

Haber Nöbeti’ne gideceğimi söylediğim hemen herkesin tavrı, sözleri aşağı yukarı böyle oldu. Doğrudan gitme diyemeyen ama kaygısı eksik olmayan… “Ama’lı, fakat’lı…” Ama bu kez kaygılı… Çünkü çatışma ve ölüm haberlerinin geldiği yere haber yapmaya daha doğrusu, bütün zor koşullara hatta canı pahasına mesleğini yapamaya çalışan arkadaşlarımıza destek olmak için gidiyorduk. Bizim yaşayacağımız tehlike hepi topu birkaç günlüktü. Oysa onlar her an gözaltı, tutuklanma ve ölüm tehlikesi ile işlerini yapıyorlardı. Bizim de başımıza böyle bir şey gelemez miydi, gelebilirdi. Ama gitmeden duramazdık. Meslektaşlarımızı orada yalnız başlarına bırakamazdık. “Niye gidiyorsun?” değil, “Niye gitmiyorsun?” sorusunun sorulmasının icap ettiği günlerden geçiyoruz çünkü…

“Buradaki arkadaşların gazetecilik yaptığı yerde siz gidip gazetecilik yapamazsınız. Mazlum’un 80 gün Sur’da yaptığı gazeteciliği kolay kolay kimse yapamaz.” Bizi karşılayan Özgür Gazeteciler Cemiyeti Eş başkanı Hakkı Boltan’ın bu sözleri bölgede gazetecilik yapmanın ne demek olduğunu anlatmaya yetiyor. Hakkı abinin bahsettiği Mazlum Dolan, bizden bir gün önce tutuklanan DİHA muhabiri. Mazlum artık tutuklu bir gazeteci…

Bir şehri anlamak için insanlarına bakarsınız, yollarına, tarihi eserlerine, sokaklarına… Diyarbakır’da ne olduğunu anlamak için kar maskeli polislere bakmanız yeterli. Tarihi Sur duvarlarının etrafı polis barikatları ile çevrilmiş. Yasağın olmadığı mahallere girmek için bile üst aramasından, kimlik kontrolünden geçmemiz gerekiyor.

Bir yanda hayat, tüm akışı ve acımasızlığı ile devam ederken öte yanda tüm Diyarbakır nöbette. Aydın, sanatçı ve avukatlardan oluşan Yurttaş Nöbeti’nin yaptığı basın açıklamasından sonra sokağa çıkma yasağının kaldırılması ve koridor açılması için Dicle-Fırat Kültür Merkezi’nde nöbet tutanların yanına gidiyoruz.

Siz bu yazıyı okuduğunuzda Sur’da sokağa çıkma yasağı 86. gününe girmiş olacak. İçlerinde çocukların da olduğu 200 civarında insan, sokağa çıkma yasağının olduğu üç mahallede mahsur. Analar, arkadaşlar, komşular "mahsur kalan insanların çıkmasına izin verilir" diye altı gündür nöbet tutuyor. Hepsinde kaygılı bir bekleyiş var. Korku var… Ya Cizre gibi olursa…

Bekleyenler arasında Barış Anaları'ndan Havva ana da var. Hava ana Türkçe biliyor ama anadilinde konuşmak istiyor.

 

Çocuklar yanmış bir morgda çekmecede

 

“Bütün dünya 3 aydır burada yaşanan ölümleri izliyor” diye söz başlayan Havva ana: “Bu tüm insanların ayıbıdır. Oysa insanlar buna susmamalıydı. Bunu izlememeliydi. Ben bir anneyim ve gözümün önünde çocuklarımız katlediliyor. Her gün ölümleri bir anne olarak izliyorum. Cizre’de çocuklarımız yakıldı. Bugün cenazelerimizi almak ve tanımak için morgların önünde bekliyoruz. Her bir morgda çekmecesinde çocuklarımızın yanmış kemikleri var. Analar çocuklarını tanıyamıyor. Bir anne bir morgun önüne gidiyorsa, çekmeceleri açıp evladının yanmış bedenin tanımıyorsa bu bütün dünyanın ayıbıdır.”

 

“Anaların gözyaşı aynıdır”

 

Havva ana “Bu savaşı ancak analar durdurabilir” diyor. “Çünkü kimsenin ciğer analar kadar yanmıyor. Biz analar canımızı feda ederiz. Yeter ki çocuklarımız ölmesin. Kimse ölmesin. Onların analarının da ciğeri yanıyor. Gözyaşı aynıdır. Kürt olsun Türk olsun fark etmez analar aynıdır. Anaların duyguları aynıdır.“ Tüm annelere çağrı yapıyor Havva ana “Binlerce ana el ele verirse bu savaşı durdurabilir. Asker anaları, polis anaları el ele verelim…”

Hava ana ile konuşurken ezan okunuyor. Yanı başımızda bekleyen analar taburelerini ters çevirerek namaza duruyorlar. 100 adım ötede bir bodrumda ölüm kalım savaşı verenler var… 50 adım ötede onlarca panzer ve yüzlerce polis var. Kar maskeli özel timler… Kan kokusu… Analar ellerini açıp Allah'a dua ediyor… Tıpkı Trabzon’da, Aydın’da, Kırşehir’de çocuklarından iyi haberler almak için ellerini açan asker/polis anneleri gibi.

Sadece bir kadını, bir anayı dinlemiyorsunuz Hava ana konuşurken… Bir bilgeyi, bir kahramanı dinliyorsunuz. Gençliğini savaşın içinde geçirmiş, çocuklarını ateş altında büyütmüş bunca kaybın, acının altında yaşayan her ananın gözlerine, sözlerine bilgelik oturmuş. Yüzlerindeki çizgilere de, suskunluklarına da, seslerine de. “Yeter ki barış olsun biz canımızı feda edelim” diyecek kadar kahraman… Ve bunun için ateş altındaki bölgede nöbet tutacak kadar cesur… Yeni ölümleri duyup görmekten, seyirci kalmaktansa canını fedaya öyle hazır…

“Biz çocuklarımızı ölsünler, öldürsünler diye doğurmadık, büyütmedik. Hiçbir ana böyle büyütmez” diyecek kadar sahici… “Fakir fukaranın çocukları savaşa gidiyor, ya ölüyor ya da öldürülüyorlar” diyecek kadar bilge…

Havva ana ile konuşurken telefonum ısrarla çalıyor. Arayan merak eden bir arkadaşım. Nöbet yerinden ayrıldıktan sonra arıyorum. Sesindeki kaygı “Aynı…” Olmaz ya olur da başımıza bir hal gelirse dökülecek gözyaşı; AYNI…

@leylaalp

Yazarın Diğer Yazıları

Makul isyandan makus tarih çıkar

Ülkenin batısında bir yerlerde bir yıkım, yangın adaletsizlik olduğunda avazı kadar çıkan sesimiz doğusunda yaşandığında içimize kaçıyorsa hak ve adalet meselesi ile ilgili derin çelişkimiz var demektir...

Sokak güzeldir

Kayboluyoruz… Küçük hesaplarımızla didişirken o büyük bir denizin ortasında kayboluyoruz. Ve bunun için bir fırtına olması da gerekmiyor. Çünkü hayat insanı fırtınadan daha şiddetli savuran bir şey

Neyi seçeceğiz?

Biz 14 Mayıs'ta kimin şampanya patlatıp, kimin namaz kılacağını seçmeyeceğiz; isteyenin şampanya patlatıp, isteyenin dua edeceği, inancı, dili, dini nedeniyle kimsenin ötekileştirilmediği bir ülkede yaşama arzusunu seçeceğiz