20 Kasım 2017

Korku ruhu kemirir

"İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?"

* Elmgreen & Dragset / 15. İstanbul Bienali’nin küratörleri

1994’te ikimiz de Kopenhag’ın merkezinde, sol yelpazesi oldukça geniş olan bu bölgede yaşıyorduk. Aynı toplulukların içinde bulunmamıza ve hatta ortak tanıdıklarımız olmasına rağmen, kentte yaşayan komşuların çoğu gibi biz de birbirimizin varlığından tamamen habersizdik. Ta ki bir nisan gecesi After Dark adlı, kentteki tek gey kulübünde karşılaşıncaya kadar.

Anita Ward’ın Ring My Bell filminin klasik disko müziği çalarken, Dr. Matten’s kırmızı bağcıklı botları ve Dennis Rodman’dan esinlenmiş saçlarıyla hemen fark edilen tek kişiler olarak dans pistinde bakışıyorduk. Cinsel azınlığın bu şık ve steril gece hayatı eğlencesinden birlikte kaçma fırsatını yarattığımız anda, kendimizi caddenin karşısındaki salaş bara, yirminci yüzyılın başından beri denizcilerin ve diğer maceraperestlerin uğrak yeri olduğu söylenen Cosy Bar’a attık. Bizim zamanımızda bu barı, içkici müdavimlerle zar atma oyunu oynayarak üç kuruş daha fazla kazanma derdindeki, buraların efsanesi haline gelmiş olan beyaz-sarı saçlı Britta işletiyordu. Eve dönme vakti geldiğinde, bırakın aynı mahalleyi, aynı sokağı, aynı dört katlı binada oturduğumuzu fark ettik. Birlikte eve yürümeye karar vermemiz böylece çok daha kolay oldu.

Aradan geçen yirmi üç yılda, en uzunu Berlin’de olmak üzere, Kopenhag, New York ve Londra gibi pek çok farklı yerde bazen ayrı bazen de birlikte yaşadık.

Hayatımızda ikinci kez, ama bu sefer kalıcı olarak Berlin’e taşınmaya karar vermiştik. Sanatçı dostumuz Kirsten Pieroth, bize Mitte mahallesinde –o zamanlar burası daha “Soho”laşmamıştı- kendisinin de yaşadığı henüz yenilenmemiş binada boş bir daire bulmuştu. Kirsten, üst katımızda çaprazdaki dairede oturduğu için, avluya bakan pencerelerden birbirimizi görebiliyor, birbirimize seslenebiliyorduk. Bazen onun dairesinden bizimkine kadar yayılan partiler düzenliyorduk, ama kimse şikâyetçi olmuyordu. En azından gürültüden. Ama Berlin Duvarı yıkılmadan önce, ünlü Doğu Almanya tiyatrosu Volksbühne’de aktör olduğu konuşulan kapı komşumuz sık sık kapımıza geliyordu. Adam açıkça paranoyaklık belirtileri gösteriyor, Doğu Alman istihbarat servisi Stasi’nin her yerde bizi ve özellikle de onu gözetlediğini düşünüyordu. Doğu Almanya rejiminin pek çok sanatçı ve entelektüele şüpheli muamelesi yaptığını düşünürsek, çok büyük ihtimalle komşumuz da geçmişte Stasi tarafından takibe alınmıştı. Koridora süpürge ya da çöp poşeti gibi şeyler bıraktığımız anda kapımıza dikiliyor ve gözleriyle etrafı kolaçan edip korkudan fısıltıyla konuşuyordu: “Bizi bunun içinden gözetliyorlar. En iyisi bunu hemen kaldırın!” Ve biz nazik İskandinavlar, bize söyleneni itiraz etmeden yapıyorduk.

Mitte’de geçen ikinci yazımızda, Berlin alışılmışın dışında bir sıcak hava dalgasının etkisi altındaydı. Sıcak havada ortalığın haşerattan geçilmemesi gayet normal olduğu için, kimse apartmanın içine doluşan sinekler üzerinde durmamış. Ama açık pencerelerden çürümüş bir şeylerin keskin kokusu gelmeye başladığında Kirsten endişeye kapılmış. Çatı katında oturan yaşlı profesöre sorduktan sonra, kokunun alt kattaki daireden geldiğini anlamış. Paranoyak komşumuzun kapısını defalarca çalıp yanıt alamayınca polisi aramaya karar vermişler. Bildiğimiz kadarıyla, yalnız bir yaşam süren komşumuzun geleni gideni olmadığı gibi yolculuğa çıktığı da hiç görülmemişti, dolayısıyla tatile gitmiş olması çok düşük bir ihtimaldi. Dairenin ağır metal kapısını kırmaya çalışan polislere elektrik çarpmış. Sonradan anlamışlar ki kapı komşumuz, içeriye girmeye kalkanı elektrikle çarpan karmaşık bir düzenek kurmuş. Polis nihayet barikatı aşıp içeri girmeyi başardığında, bir yer yatağının üzerinde, komşumuzun iki haftadır çürümekte olan ölü bedeniyle karşılaşmışlar ne yazık ki.

Bütün bunların olup bittiği sırada biz şehir dışındaydık, Kirsten bize her şeyi telefonda anlattı. Ceset çıkarılmış olmasına rağmen, apartmanda hâlâ dayanılmaz bir koku olduğu için geri dönmemeyi düşünebileceğimizi söyledi. Biz ise, zaten bir süredir Asya’da seyahatteydik ve artık Berlin’e dönmeyi istiyorduk. Ayrıca geri dönüşümüzden bir gün sonra, New York merkezli bir sergi mekânının sahibi stüdyomuza önemli bir ziyaret gerçekleştirecekti. Eğreti bir masanın üzerine sırt sırta yerleştirdiğimiz, yarı küre tabanlı iki yeni iMac bilgisayarımızı gururla sergilediğimiz evimiz, aynı zamanda bizim stüdyomuzdu.

Ama Kirsten haklıydı: Gerçekten de gözlerimizi yaşartacak, midemizi bulandıracak kadar yoğun bir pis koku vardı, özellikle aşağı inen merdivenlerde koku daha da ağırlaşıyordu. Yetkililer merhum komşumuzun akrabalarına ulaşmaya çalışadursun, belli ki öldüğü döşek de dahil, eşyaları hâlâ dairesinde duruyordu. Yasaya göre, daire ancak iki hafta geçtikten sonra tamamen boşaltılıp temizlenebilirdi. Binadaki herkes sayısız kere şikâyette bulunmasına rağmen Alman bürokrasisi yerinden bile kımıldamadı.

Daha önce, büyük bir krematoryumun yanındaki bir hastanenin çocuk yuvasında çalışmış olan Ingar, ceset kokusuna daha alışkın olduğu için, aşağıya inip, bizi incelemeye gelen, sergi mekânının Chelseali havalı sahibesini önden uyarmaya gönüllü oldu. Kadının, üzerinde şık, siyah bir kısa elbise ve ayağında yüksek topuklularla taksiden inişi, etraftaki Plattenbau’lar[1] ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarından kalma, her yeri dökülen evimizle tam bir tezat oluşturuyordu. Ingar’ı karşısında görünce, kadın koyu renkli güneş gözlüklerini indirip “Beni daha sokakta karşılamanız ne kadar hoş!” deyiverdi (Şeytan Marka Giyer filminde başrol oynayacakmış gibi).

Ingar’ın yukarıdaki durumu kısaca açıklayıp, merdivenleri çıkarken bir süre sonra nefesini tutmasını, hatta en iyisi burnunu kapatmasını ve son merdivenleri hızla çıkmasını tembihlediğinde, kadının özenle yapılmış makyajının arkasındaki yüzünün rengi bir anda attı ve tek kelime etmedi. Kendinden geçmiş gibi, denilen her şeyi harfiyen yerine getirdi.

Dairemize girdikten sonra yavaş yavaş kendine geldi. Toplantının sonunda, hemen o sonbahar Chelsea’de bir sergi açmamızı önerdi. Cesaret isteyen, gergin ve heyecan verici bir şehir olarak Berlin’in egzotik imajının hakkını belki verebilirdik. Yine de bu sergi mekânıyla ilişkimiz sadece birkaç yıl sürdü, sanki birlikte geçirdiğimiz onca zaman boyunca ortamda bir tür huzursuzluk hissi hiç eksik olmamıştı. 

Peki bu kişisel anekdotlarımızı niye anlatıyoruz? Dünyanın mevcut meseleleri üzerinden bakınca, tüm bunlar son derece önemsiz ve anlamı kendinden ibaret şeyler gibi görünmüyor mu? Elbette öyle. Ama bireyler olarak zaten sınırlı bir güce sahibiz ve kendi hikâyelerimizi anlatmaya devam etmezsek eğer, gücümüz daha da azalacak. Politika ve medya sansasyonları arenasında verilen büyük savaşa çoğu zaman dahil olamasak da, politika bireyler tarafından yapılır ve hissedilir – ve bütün bireyler kendi hikâyelerini anlatmada özgür olmalıdır. Sanatçılar da genellikle hikâye anlatırlar, ama bunu resim, heykel, enstalasyon, film, ses, asamblaj, performans veya eylemler aracılığıyla yaparlar. Sanatçıların itici gücü, başlangıç noktası, kılavuzu ve malzemesi hep kişisel biyografileridir. Bir sanatçının yapıtı kendi geçmişi ışığında daha iyi anlaşılır ve sanatçı kuşaklarının gösterdiği gibi, kişisel olan fiilen politikleşebilir.

Sorulsa, pek çok insan muhtemelen bir sanatçıyla komşu olmak istemediğini söyleyecektir.

Elbette kendimizi de komşu olarak görmekten başlayabiliriz. Nasıl iyi komşular olabiliriz? Yanı başımızdaki insanlardan farklılığımızı kabul edebiliyor muyuz? Komşularımıza verdiğimiz tepkiler bizim de kim olduğumuzu anlatır. Nancy L. Rosenblum’un belirttiği gibi: “Kendi üzerimize düşünmenin gereçlerine –hayal gücümüzü kullanarak araştırma, sabır ya da sağduyu- her zaman sahip olamayabiliriz. Kendimizle uğraşmayız. Komşular bu ilgisizlik perdesini yırtabilir, bizi kendi işimizle meşgul olmaya itebilir.”[2] Rosenblum, “kendi işimizle meşgul olmak” derken, “başkalarının meşguliyetlerinden uzak durma”yı değil, diğer insanların yaşamı ışığında kendimizle gerçekten meşgul olabilmeyi kasteder. Komşularımızla ilişkilerimiz, ne kadar dar kafalı ya da kabul etmeye açık olabileceğimizi gösterir. Komşularımız, farklı yaşam tarzlarına ve gündelik alışkanlıklara açıklığımızı sınarlar. Son yirmi-otuz yılda kent demografisinin kökten değişimiyle birlikte, çoğumuz yaşadığımız kentlerde, isteyerek ya da istemeyerek durmadan bir mahalleden öbürüne taşınan göçebeler haline geldik ve tam da bu yüzden kabul görmekle ilgili yeni zorluklarla karşılaşıyoruz.

Aidiyet, yaşam tarzları, kamu ile özel arasındaki ayrıma ilişkin meseleler, sanatçı olarak uzun zamandır yürüttüğümüz araştırmaların önemli bir kısmını oluşturuyor. Dünyanın başka yerlerinden sanatçılarla buluşmalarımızda, tüm bu meseleler kendi başımıza tahayyül edebileceğimiz ufkun çok ötesine genişledi. Ev ve aidiyet, alabildiğine çokkatmanlı bir tema. Ama bir o kadar da herkesi ilgilendiren, herkesin kendi kişisel deneyiminden yola çıkarak üzerine konuşabileceği bir mesele.

Georges Perec, Mekân Feşmekân’ın başlarında “yatağımın kuytularında kim bilir kaç seyahate çıkmışımdır” diye yazar.[3] Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda yaptığı gibi, Perec de gündüz düşlerinin ya da insanın muazzam hayal gücü açısından doğal, korunaklı bir ortam olarak evin taşıdığı önemi takdir ediyor gibidir. Ama bütün günü yatakta geçirmemizi de istemez. Başka bir sürü şeyin yanında, “[a]rada bir düzenli olarak yapmamız gereken şeyler”i listelemeye şöyle başlar:  

Oturduğunuz binada:

-komşuları ziyarete gitmek; mesela komşu duvarda neyin asılı olduğuna bakmak; dairelerin homotopik nitelikte olduklarını teyit etmek ya da bunun aksini ispat etmek. Neyin ne amaçla kullanıldığını incelemek;

-A merdiveni yerine B merdiveninden çıkarak ya da mesela ikinci katta ikamet ediliyorsa beşinci kata çıkarak varılabilecek alışılmadık hissiyatları tecrübe etmek;

-aynı binanın sınırları dahilinde müşterek bir yaşam ihtimalinin temellerini tahayyül etmeye çalışmak…[4]

Mekân Feşmekân, Perec’in her zamanki ayrıntılara inen, giderek genişleyen anekdot halkalarına dayalı anlatım tarzıyla, yatağın anlamının parçalarına ayrılıp çözümlenmesiyle başlar, sonra yataktan bir apartman dairesinin odalarının tasvirine geçer, oradan da önce sokağa, sonra mahalleye, sonra şehre, daha sonra kıra, oradan bütün ülkeye ve nihayet dünyaya doğru açılır. Metnin geri kalanı büyük oranda mekân üzerine derin düşünmelerden oluşur:

İsterdim ki sabit, hareketsiz, dokunulamaz, dokunulmamış ve neredeyse el sürülemez, hareket ettirilemez, köksüz yerler olsun: referans, çıkış noktası, kaynak vazifesi görecek yerler:

Doğduğum ülke, ailemin beşiği, doğmuş olduğum ev, büyüdüğünü gördüğüm (babamın ben doğduğum gün diktiği) ağaç, çocukluğumun el değmemiş hatıralarla dolu tavanarası...

Böyle yerler mevcut değiller ve mevcut olmadıkları için mekân bir soruya dönüşüyor, aşikâr olmaktan, anonim olmaktan, sahiplenilmiş olmaktan çıkıyor. Mekân bir şüphedir: Belirtilmesine, işaret edilmesine ihtiyaç duyuyorum: Ona asla sahip olamıyorum, o bana verilmedi, onu fethetmem lazım.[5]

Yaşamlarımızın kendiliğinden gerçek sabit mekânlar sunmadığını, sabit ve huzur verici bir yere dair anılarımızın bile daima zamanın geçişinin tehdidi altında olduğunu kabullenebilirsek eğer, tanıdık olmayandan belki daha az korkmaya başlarız –ve bazen sanat, alışıldık olmayandan duyduğumuz korkuyu hafifletmeye yarayan o sıradışı araca dönüşebilir: Tıpkı sanatçılar, ölümcül sonuçlara yol açmaksızın mekânın yeni ve henüz bilinmeyen bir şeye dönüştürülebileceğini izleyicilere gösterdiklerinde olduğu gibi; tıpkı imgelenenin yeni ve tuhaf toprakları üzerinde izleyicilere rehberlik etme cesaretini gösterdiklerinde olduğu gibi.

Perec’in de işaret ettiği gibi, mekânı sürekli yeniden değerlendirmek, yeniden fethetmek gerekiyor. Durağan bir mekân olamaz, kendimizle birlikte her yere taşıdığımız kişisel mekânımız bile böyle değildir. Mekânımızı yeniden fethedebilmek için, dünyanın her yerinde aynı soruları aynı anda sorabilmemiz önemlidir:  İyi bir komşu daha yeni taşınmış birisi midir? İyi bir komşu korkmadığınız bir yabancı mıdır?

______________________________________________________________

[1] Doğu Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ne özgü toplu konut blokları. (ç.n.)

[2] Nancy L. Rosenblum, Good Neighbors: The Democracy of Everyday Life in America (Princeton: Princeton University Press, 2016), s. 233.

[3] Georges Perec, Mekân Feşmekân, çev. Ayberk Erkay (İstanbul: Everest Yayınları, 2016), s. 32. 

[4] Georges Perec, a.g.e., s. 72.

[5] A.g.e., s. 145.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kutsal çarşamba

Hepimizi “bir” kılan şeyin yalan bir resmi tarih olduğunu anlamam için epey bir yaş almam gerekti

Bizimkiler’de işler her zaman yoluna girer

Bizimkiler’de pahalı tatiller, havalı arabalar, uğruna ölünesi aşklar yok belki ama...

Ödenmemiş Fatura

Kimbilir, yapılacak işlerin ve projelerin zihnimde yarattığı kargaşa ve telaş belki de benim kendi “noise device”ımdır…