11 Mayıs 2015

Tank sesiyle uyanmak ya da Evren Paşa…

Saat 02:15. Arayan Cüneyt Arcayürek: “Hasan, kalk kalk! Sesleri duyuyor musun? Tank sesi oğlum, tank sesi!”

Cuma, 12 Eylül 1980.
Kızılay, Ankara.
Saat 01:10.
TRT’nin önünde bir olağanüstülük yok.
Atatürk Bulvarı’nda Akay kavşağına gelince sola saptık.
Bir yanda Türkiye Büyük Millet Meclisi, öbür yanda Jandarma Genel Komutanlığı ile İçişleri Bakanlığı.
Sadece nöbetçiler var.
Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlıklarının bulunduğu binalarda da durum sakin…
Millî Müdafaa Caddesi’ne kıvrılıyoruz.
Genelkurmay Başkanlığı:
Işıklar yanmıyor…
Devlet Planlama Teşkilatı ve Ticaret Bakanlığı’nı geçip Çankaya’ya doğru Atatürk Bulvarı’na sapıyoruz.
Ankara ılık bir sonbahar gecesi yaşıyor.
Her taraf tam bir sessizlik içinde.
Bulvarda jandarmalar ikişer ikişer bir aşağı bir yukarı yürümekteler. Sıkıyönetimin ilanından beri alışık olduğumuz bir görüntü…

Darbeleri yaratan tarihimizle yüzleşemedik; bu yüzden birinci sınıf demokrasiye giden yolları hâlâ açamadık…

Eve gelir gelmez, Çankaya Basın Sitesi’ndeki kapı komşum Cüneyt Arcayürek’i aradım:
“Baba, ne Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor, ne de TRT’nin önünde tanklar var” deyip hemen yatıyorum.
Çok geçmiyor, başucumdaki telefonun çınlamasıyla sıçrıyorum.
Saat 02:15.
Arcayürek:
“Hasan, kalk kalk! Sesleri duyuyor musun?”
“Ne sesi yahu, dalga mı geçiyorsun gecenin bu saatinde?..”
Arcayürek sesini yükseltiyor:
“Tank sesi oğlum, tank sesi. Pencereye yaklaş da kulağını aç biraz!”
Gerçekten tank sesi, gecenin sessizliğini yırtan... Tank paletlerinin asfaltla buluştuğu yerden çıkan, gacur gucur, kulak tırmalayıcı sesler...
Çankaya’ya tırmanıyor, Oran’a doğru kıvrılıyor tanklar…
Apar topar giyinip Cüneyt’in Volkswagen’ına atıyoruz kendimizi.
Bayağı heyecanlıyız ikimiz de. Cinnah Caddesi’nden aşağı, Atatürk Bulvarı’na iniyoruz çevreyi gözleyerek.
Kuğulu Park kavşağında durdurulduk. Bir jandarma eri:
“Evinize gidin sokağa çıkmak yasak!”
Ne oluyor?..
Yola devam.
Ve işte, TRT’nin önünde bir tank var.
Ankara Oteli.
Solumuzda TBMM.
Meclis’le Jandarma Komutanlığı’nın arasında da tanklar…
Sessizlik…
Akay kavşağında durduruyorlar gene.
Teğmen, Cüneyt’i tanıyor.
Gayet nazik:
“Saat üçten önce bir yere girmiş olun. Sokağa çıkmayın. Basın kartlarınız geçmez... Radyoyu dinleyin…”
Kızılay Meydanı’nı geçiyoruz hızla. Sıhhiye’de de tanklar…
Durduran yok.
Radyoevi’nin önünde de tanklar dizilmiş…
Rüzgârlı’daki Hürriyet Matbaası’na atıyoruz kendimizi. Gece nöbetçileri dışında kimsecikler yok. Baskı bitmiş, her taraf sessizlik içinde.

Telefonlara sarılıyoruz Cüneyt’in odasında. Sıkıyönetim’den Albay Yalçın’a soruyoruz:
“Sınırlı bir operasyon mu, askerî müdahale mi?”
Yanıt:
“Hiçbir şey söyleyemem. Saat 04.00’te radyoyu dinleyin!”
İstanbul’u, Cumhuriyet’i arıyorum:
“Baskıyı durdurun, bir şeyler oluyor.”
Saat 02.55.
Sağa sola telefonlar, evet kesin:
“Ordu el koyuyor.”
Cüneyt’le birlikte birer teleksin başına geçiyoruz. Karşımda Çeto, (Cumhuriyet’in Yazı İşleri Müdürü rahmetli Çetin Özbayrak. Ben de o tarihte Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiyim.)
Çeto:
“Uzatma... Oktay da (Kurtböke, rahmetli Genel Yayın Müdürümüz) burada. Kısaca özetle, ne oluyor?”
Darbe... Askerî müdahale... Kimler, bilemiyoruz. Dışardan tank sesleri geliyor. Çankaya’dan inerken bir teğmen sokağa çıkma yasağı konacak dedi. Bir dakika! Ek bilgi var. Saat dörtte yedi adet tebliğ çıkacak. Parlamentonun, siyasi partilerin kapatıldığı, ordunun yönetime el koyduğu açıklanacak... Millî Konsey kuruluyor. Evren başkan oluyor. Birazdan notları geçmeye başlayacağım, Çankaya’dan Rüzgârlı’ya gelene kadarki izlenimleri... Allah hepimize kolaylık versin, güç versin... Bakalım neler olacak... Notlarıma başlayacağım…”
Ancak birkaç satır geçebiliyorum.
Teleks birden susuveriyor, hırıltılı bir sesle... Mesleğine düşkün gazetecilerin kulağına nedense pek hoş gelen o teleks tıkırtıları kesiliveriyor ansızın…
Telefona sarılıyoruz.
Onlar da işlemiyor, kesik…
Sanki gazeteciliğimiz bir anda işlevini yitirmişti. O anı, hiç unutamayacağım, Cüneyt’le bir süre öyle bakıştık çaresizlik içinde.
Evet, ne yazık ki film kopmuştu artık…
Radyonun başına çöktük.
Saat dörde geliyor.
Tam saat 04.00’te İstiklal Marşı...
Arkasından Harbiye Marşı çalıyor…
Mırıldanıyorum kendi kendime:
“Bu işler hep marşla başlar, 27 Mayıs sabahında olduğu gibi...”

27 Mayıs 1960 sabahı bir film şeridi gibi geçiyor gözümün önünden.
On altı yaşındayım.
Ankara’da, Bakanlıklar’da oturuyoruz.
Bir ilkbahar günü sabaha karşı makineli tüfek sesleri ile uyanmıştık.
Babam, “Pencereye yaklaşmayın, balkona çıkmayın!” diye bağırıyor.
Makineli tüfek sesleri İçişleri Bakanlığı tarafından geliyor; taş zeminli büyük tören alanında futbol oynadığımız İçişleri Bakanlığı...
Radyoyu açıyoruz.
Birbiri arkasından çalan marşlar...
En çok da, “Kardeş kardeşi vurur mu?
Az sonra bir askeri cip geliyor apartmanın kapısına; üst katımızda oturan Samsun DP mebusu Ferit Bey’i alıp götürüyorlar...
Çocukları, arkadaşım; babalarının arkasından ağlıyorlar.
İçim burkuluyor.

 

12 Eylül işkencelerini yapanlar hesap verdi mi; hayır!

27 Mayıs 1960 sabahından, 12 Eylül 1980 sabahına…
Radyoda, “12 Eylül Cumhuriyeti Kollama ve Koruma Harekâtı” dolayısıyla yayımlanan bir numaralı bildiri okunuyor.
“Yüce Türk Milleti” diye başlıyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.”

Peki, sonra?

Yukarıdaki satırlar, Tank Sesiyle Uyanmak adını taşıyan ilk kitabımın giriş bölümünden…
Ne çok ‘tank sesi’yle uyandık!
Bitmek bilmedi.
46 yıllık meslek hayatım hep askeri darbe ve askeri müdahaleler ile geçti gitti.
Peki, doğru dürüst hesaplaşabildik mi onlarla?
Hayır.
Darbecileri sahneye çıkaran kurumsal yapıları değiştirebildik mi?
Hayır.
Darbecilerin, demokrasi ve hukuk devletini ikinci sınıflığa mahkûm eden ‘kırmızı çizgileri’ni tam anlamıyla silebildik mi?
Hayır.
12 Eylül anayasasının yerine bunca yıldır sivil ve demokratik bir anayasa yapıldı mı?
Hayır.
Demokrasiye karşı bir utanç duvarı olan yüzde 10 barajı yıkıldı mı?
Hayır.
Menderesleri asanlardan hesap soruldu mu?
Hayır.
Deniz GezmişDeniz Gezmişleri asanlardan hesap soruldu mu?
Hayır.
12 Eylül idamlarını, işkencelerini yapanlar doğru dürüst hesap verdi mi?
Hayır.
12 Eylül ve sonrasında, Kürtlerin yaşadıkları acıların, faili meçhul cinayetlerin hesabı soruldu mu?
Hayır.
28 Şubat’ın hesabı soruldu mu?
Hayır.
27 Nisan E-Muhtırası’nın hesabı soruldu mu?
Hayır, üstü örtüldü.
Sarıkız, Ayışığı gibi darbe tertipleri aydınlatıldı mı?
Hayır, karartıldı.
Ergenekon aydınlatıldı mı?
Hayır, karartıldı.
Balyoz aydınlatıldı mı?
Hayır, karartıldı.
Roboski katliamı aydınlatıldı mı?
Hayır, karartıldı. 

Darbelerle hesaplaşamanın faturası

Darbecileri sahneye çıkaran kurumsal yapıları değiştirebildik mi; hayır!

Uzun lafın kısası:
Darbelerimizle hesaplaşamadık!
Darbelerin ‘kırmızı çizgileri’nden bir türlü kurtulamadık.
Bu memlekette darbeleri ve darbeci zihniyeti yaratan tarihimizle de yüzleşemedik.
Ve bütün bu nedenlerle, birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletine giden yolları bunca yıldır açamadık Türkiye’de…
Ne yazık ki öyle.
Bana şimdi bütün bunları, Türkiye’de demokrasi, hukuk, insan hakları ve özgürlükleri yerle bir etmiş olan bir darbenin, 12 Eylül’ün lideri Kenan Evren Paşa’nın ölümü bir kez daha hatırlattı.

Yazarın Diğer Yazıları

Paris'ten, yaşlı hatıralarla...

Yürüyorum Paris sokaklarında, yoksa gençliğimi mi arıyorum?..

Osman Kavala nasılsın? Hayırlı bayramlar!

31 Mart güzel bir başlangıç, bir umut kapısı aralanıyor; inşallah senin için de adalet ve hukuk kapısı açılır sevgili kardeşim

31 Mart, CHP için bir büyük seçim başarısı ama yetmez!

Bu başarıyı bir adım daha ileriye götürmek şart. Bunun da yolu, "demokrasi için bir büyük uzlaşma"yı gerçekleştirmekten, yepyeni bir anayasal çatı kurmaktan geçiyor