18 Haziran 2015

Demirel'i darbeyle devirecektim!

‘Sınıf düşmanı’mızdı. ‘İrtica’yı besleyen bir ‘Nurcu’ydu. Devrilmeliydi! Bunun için askeri kışkırttık

Demirel’i darbeyle devirmek istiyordum.
Askeri darbeyle devrim yolu açılacaktı.
Gazeteciliğe 1969’da böyle başlamıştım, Doğan Avcıoğlu’nun yanında, haftalık Devrim gazetesinde...
Demirel, Adalet Partisi’nin lideriydi, Başbakanlık koltuğunda oturuyordu.
 ‘Sınıf düşmanı’mızdı.
Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi’ydi.
İrtica’yı besleyen bir ‘Nurcu’ydu.
Cici demokrasi’nin ürünüydü.
Devrilmeliydi!
Bunun için askeri kışkırttık.
Cunta’lar kuruldu.
Darbe ortamı oluşturmak için sağda solda bombalar patlatıldı.
Sahte bildiriler yayınladık.
Ve 1971’de Demirel devrildi.
Ama 12 Mart Muhtırası’yla Demirel’i deviren asker, bizi de devirdi. Darbe bizim darbe değil, Amerikan ürünü bir darbeydi.
Demokrasinin, solun kolu kanadı kırıldı 12 Mart’ta. Demirel kendisini deviren askerin anayasasına, idamlarına destek çıktı.
Yıllar geçti, bu radikal dönemimi, 1999’da Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım adını taşıyan kitabımda ayrıntılarıyla yazdım.
O tarihte cumhurbaşkanı olan Demirel’e de gönderdim:
“Sayın Demirel, sizi darbeyle devirmek istediğim yıllarımın öyküsü...”
Yakın dostlarına bu kitabımı gösterirken, “İşte demokrasi budur, bunları yazabilmek ve bunları yaşayanların dostluk edebilmeleridir” dediğini biliyorum.


12 Eylün sonrasında aynı safta buluştuk

Demirel ‘sınıf düşmanı’mızdı. ‘İrtica’yı besleyen bir ‘Nurcu’ydu. Devrilmeliydi! Bunun için askeri kışkırttık

12 Mart’tan 12 Eylül 1980’e dokuz yıl geçti.
Askeri darbe, Demirel’i bir kez daha Başbakanlık koltuğunda yakaladı.
Demirel yine direnmedi.
12 Eylül’le birlikte, 12 Mart darbesinden farklı olarak Demirel’le aynı saflarda buluştuk.
Demokrasi cephesi’ydi bu.
Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeniydim. Gazetenin yayın politikası, yazarları bir bütün olarak darbenin karşısındaydı.
Darbe anayasasıyla siyaset yasaklarına karşı kararlı bir mücadele veriyorduk.
Bu demokratik mücadele sürecinde Demirel’le epeyce yakınlaştık.
Demirel yalnızdı.
Muhafazakâr basının da pek öyle yanında yer aldığı söylenemezdi.
Siyasal yasakların 1987 yılında çok az farkla kaldırılmasında belirleyici rol oynamıştı Cumhuriyet gazetesi.
1980’li yıllar boyunca çok sık görüşürdük Demirel’le. (*)
Baş konularımızdan biri Turgut Özal’dı. ANAP lideri olarak başbakanlık koltuğunda oturuyordu. Demirel’in bir numaralı hedefiydi.
Ben de Özal’ı çok sert eleştiriyordum, 12 Eylül’ün siyaset yasaklarını savunduğu için...
Siyaset yasaklısı Demirel’in 1980’lerde zamanı boldu.
Kendisiyle en çok konuştuğum konular arasında, asker meselesi, Kürt sorunu, Kıbrıs, Türk dış politikası, Avrupa, Ortadoğu, Washington, Moskova yer alırdı.
Devlet’i merak eder, ona anlattırırdım.
Asker meselesini de, Kürt sorununu da, Kıbrıs’ı da gayet iyi yerli yerine oturturdu.
Bu konularla demokrasi arasındaki bağı kurar ve Avrupa Birliği’ne giden yolun bu bağlamda nasıl açılabileceğini anlatırdı.
12 Eylül sonrasının, yani 1980’li yılların Demirel’i Amerika konusunda son derece dikkatli bir dil kullanırdı.
Türkiye’de askeri darbeler, öyle anlaşılıyordu ki, Demirel’i Amerika’yla ilgili olarak yoğurdu üfleyerek yeme noktasına getirmişti.
Hatırlıyorum.
Başbakan Demirel’in 1992 yılı şubat ayında Washington’a yaptığı resmi ziyareti izlemiştim.
Dönüş yolunda, uçakta bir ara yanındaydım. New York Times’ın ziyaretle ilgili başyazısını okumuş ve gazeteyi bana sallayarak “İşte bu da oldu, bu da oldu” demişti.
Amerika’nın galiba daha çok kendisine dönük bakışının düzeldiğine dair bir işareti olarak görmüştü o başyazıyı...
Demirel, soğuk savaş yıllarında da, daha sonra da Türk dış politikasında doğu-batı dengesini kollamıştı.
Türkiye’nin Batı dünyasının bir parçası olduğunu savunurdu. ABD ile ilişkilerin önemini ön planda tutar, AB yolunun açılmasını isterdi.
Aynı zamanda Moskova’yla, İslam âlemiyle, Ortadoğu’yla ilişkilerin de sağlam tutulmasını önemser, ama bunu Batı’nın alternatifi olarak görmezdi.
İsrail’le ilişkilerin de iyi gitmesinden yanaydı. Bunun hem Ortadoğu’da, hem de Amerika’yla Avrupa’da Türkiye’nin elini güçlendireceğini söylerdi.
Kısacası, Demirel dış politikada dengeleri sever, bu durumu Türkiye’nin çıkarına sayardı.

Başbakan Süleyman Demirel ve Nazmiye Demirel ile ana mulalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 'zorunlu ikamet'e tabi tutuldukları Çanakkale Hamzakoy'a götürülürken

 


Altı kere gitti, yedi kere geldi
ama demokrasi ne oldu?

12 Eylül’le birlikte, 12 Mart darbesinden farklı olarak Demirel’le aynı saflarda buluştuk. Demokrasi cephesi’ydi bu

Çok meşhurdu, Demirel “Altı kere gittim, yedi kere geldim” derdi.
Bununla övünürdü.
Haksız değildi elbette.
Demokrasinin gereğini yapmıştı, demokratik hakkını savunmuştu.
12 Mart Demirel’i yıkmış, ama o yine seçim sandığından çıkıp Başbakan olmuştu.
12 Eylül Demirel’i yıkmış, ama o yine seçim sandığından çıkmış, önce başbakan, sonra cumhurbaşkanı olmuştu.
Bütün bu süreçlerde Demirel hiç kuşkusuz demokratik mücadele vermişti.
İktidar koltuğuna oturabilmesi elbette bir ‘demokratik hak’kın kullanımıydı.
Ama şimdi bunları yazarken, Demirel’in özellikle 1960’lı yıllardaki anti-komünist siyasetleriyle demokrasiye indirmiş olduğu darbeler de unutulamaz diye bir not düşüyorum.
Burada hep aynı soru aklımı kurcalar.
Demirel altı kere gitti, yedi kere geldi ama demokrasi ne oldu?
Demokrasiye köstek olan temel sorunlar çözüm yoluna girebildi mi Demirel iktidarlarında?
Asker meselesi...
Ekonomide yapısal sorunlar...
Kürt sorunu...
Kıbrıs...Avrupa Birliği yolu...
Bu konularda, özellikle 1990’lı yıllarda Demirel’le çok tartıştık. Hem sözlü, hem yazılı olarak kendisini eleştirdim.
Bir Amerikan büyükelçisinin, “Özal iktidarı bir şey yapmak için, Demirel ise kendisi için ister” sözünü aktarınca, bana çok kızmış, kısa süreliğine ilişkileri dondurmuştu.
İfade özgürlüğü ve gazetecilerin hapse atılmaları konusunda da sert tartışmalar yaşamıştık.
Sanıyorum 1994’tü.
Ama onlar gazeteci değil terörist...” demişti bir seferinde. Çok sert bir yazı yazmıştım. Bana yine bir süreliğine görüşmeme cezası kesmişti.
Bu ‘ceza’lar çok seyrek ve çok kısa süreli olurdu.
Şu sözü kulağımdadır:
“Siyaset yapan, basınla, gazeteciyle kavga etmez.”
Hiç kuşkusuz Demirel’in bu noktaya gelmesi zaman almıştı.
Yoksa Demirel’in de basınla ilişkiler konusunda bir melek olmadığını hatırlatmak pek öyle haksızlık olmaz sanıyorum.
Demirel’le oturup, birer buzlu viski içilebilirdi. Fıkralar anlatır bizi güldürürdü. Oturup yüzüne karşı kendisini eleştirebilirdik.

Eti çürütmeyi severdi

12 Mart, 12 Eylül Demirel’i yıkmış, ama o yine sandıktan çıkmıştı. Altı kere gitti, yedi kere geldi ama demokrasi ne oldu?

Şeytani bir zekâsı vardı.
Suyun yüzünde kalmak için zekâsını ve aklını bazen acımasızca kullanırdı.
Kendi istediği oluncaya kadar, kendi deyişiyle eti çürütmeyi severdi.
Özellikle siyaset meydanının karıştığı zamanlarda, örneğin karmaşık hükümet ve koalisyon çalkantılarında, “Nelerin olacağını görmek için önce nelerin olamayacağını hele bir görelim” derdi.
Bazen sabır taşı olurdu.
Kendi çatlamaz, karşısındakini çatlatırdı.
“Demokraside çare tükenmez!” sözünü de, “Yollar yürümekle aşınmaz!” sözünü de hiç unutmayacağız bu açılardan...
Siyaseten “Kendi yalanına inanmayan siyasetçi olamaz!” diyebilecek kadar pragmatik ve esnekti.
Bu esnekliğin bazen oportünizme vardığı olurdu.
Ekonomide ‘pazar ekonomisi’nden yanaydı. Ama bu konuda Özal kadar cesur olamadı.
Türkiye’nin askerle sorununu bilirdi.
Ama bu konuda, muhalefet yıllarındayken kapalı kapılar arkasında söylediklerini, iktidara geldiğinde genellikle unutmuştu.
Kürt sorununun askerin tekelinde kalmasına, bunun eksilerini bilmesine rağmen rıza gösterdi.
Yine kapalı kapılar arkasında, Kıbrıs’la ilgili olarak askerden yakınmasına rağmen, bu durumun Türkiye’ye AB kapısını kapalı tutacağını bilmesine rağmen fazla ses etmedi.
Sadece 1999 yılında, Ecevit’in başbakanlığı döneminde, AB ile ilgili kritik Helsinki Zirvesi sırasında olumlu rol oynamıştı perde arkasında...

Demirel'in Başbakanlık ve DPT müsteşarlıklarına getirerek 24 Ocak kararlarının mimarı yaptığı Turgut Özal, 12 Eylül darbeden sonra askeri yönetimle yakın ilişki kurdu. 12 Eylül öncesi liderlere siyasi yasakları savunan ve Demirel'in bu dönemde en büyük rakibi olan Özal ile Demirel, Cumhurbaşkanlığı'nda halef-selef oldular

 


28 Şubat’ın açık darbeye dönüşmesini engelledi, ama…

28 Şubat’ın açık darbeye dönüşmesinin engellenmesinde, Demirel Cumhurbaşkanı olarak önemli bir rol oynamıştır

28 Şubat dönemine gelince...
Cumhurbaşkanı’ydı.
Kafasında askerle iyi geçinip, Türkiye’yi Fransa’dakine benzer bir yarı-başkanlık sistemine geçirebilir miyim sorusu vardı.
Çünkü Demirel de, Özal gibi Çankaya’ya çıkarken kendi partisi elinin altından kaymıştı.
1993’te Özal’ın ölümüyle seçildiği cumhurbaşkanlığı 2000’de bitecekti. Kafasında bu dönemi uzatmak vardı.
Bu düşünce, -ve askerle dans- Demirel’in 28 Şubat karnesine demokrasi açısından kırık not düşülmesine yol açmıştı.
28 Şubat’la ilgili olarak Demirel’in bir artısını çok kez belirtmişimdir.
28 Şubat’ın 12 Eylül gibi açık darbeye dönüşmesinin engellenmesinde, Demirel Cumhurbaşkanı olarak önemli bir rol oynamıştır.
Demirel’le ilişkilerim 2002 sonrasında başlayan Tayyip Erdoğan döneminde koptu.
Bu kopukluğun siyasal ipuçları, nedenleri, Türkiye’nin Asker Sorunu isimli kitabımda vardır.
Erdoğan’a karşı darbe tertipleri konusunda askere karşı tavır alabilirdi.
Tersini yaptı.
AB’ye açılan yolda, Kıbrıs’ta Denktaş ve asker cephesine el verdi.
Kürt sorununda askerci çizgiden ayrılmadı.
Bu konularda eskiye giden görüş ayrılıklarımız devam etti gitti.
Sonraki yıllarda ise Tayyip Erdoğan’a ilişkin bazı öngörülerinde haklı çıktı Demirel.
Çünkü o ‘kumaş’ı biliyordu, tanıyordu.
Ayrıca, o ‘kumaş’tan nasıl bir elbise çıkabileceğini, çok uzun yılların ötesinden gelen ‘siyaset ve devlet tecrübesi’yle tahmin edebiliyordu.

Demirel ve 27 Mayıs 1960 darbesinin 53. yıldönümü olan 27 Mayıs 2013'te kaybettiği 65 yıllık eşi Nazmiye Demirel

 


Aktif siyasetten kopamadı

Tayyip Erdoğan’a ilişkin bazı öngörülerinde haklı çıktı Demirel. Çünkü o ‘kumaş’ı biliyordu, tanıyordu

Cumhurbaşkanlığından 2000 yılında ayrıldığı zaman bir köşeye çekilip akil adam rolünü benimsemesini temenni etmiştim.
Kendi adını taşıyan bir vakıfla, Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletini savunmasını, bunun için oturup bir ‘devlet adamı’nın anılarıyla iç içe kitaplar yazmasını dilemiştim.
Bu fikrimi Demirel’e de açmış, hatta satır aralarında yazmıştım.
Ama şurası bir geçek ki Demirel, ‘aktif siyaset’ten kopamadı hiçbir zaman...

Hayat, bir varsın, bir yoksun

Yazı uzuyor, farkındayım.
Ama ne yapabilirim ki...
46 yıllık gazetecilik hayatımın neredeyse her diliminde önemli izleri vardır Süleyman Demirel’in...
Bu yazım dâhil keşke kendisi hakkında yazdığım söylediğim her şeyi kendisiyle yüz yüze tartışabilseydim.
Acı tatlı o kadar çok ortak anılarımız var ki...
Demirel, bu anıları da aldı, bir başka diyara göç etti gitti.
Hayat, bir varsın, bir yoksun.
Sabah vakti erken, Mehmet Ali Bayar aradı:
“Baba’yı kaybettik!”
İçimi birden hüzün bastı.
Bir bir gidiyorlar!
Çok uzun yılların ötesinden gelen siyasetçi-gazeteci ilişkisi böyledir.
Konunun şahsi-hissi tarafları da vardır.
Kolay olmuyor böylesi yazıları yazmak...
Demirel’i sevenlerin başı sağolsun, derin acılarını paylaşıyorum.
Artılarıyla eksileriyle Demirel’i iyi hatırlayacağım.


* Tank Sesiyle Uyanmak ve Demokrasi Korkusu adını taşıyan kitaplarımda Demirel’den çok izler vardır.

 

 

 

 

 

        

 

Yazarın Diğer Yazıları

Paris'ten, yaşlı hatıralarla...

Yürüyorum Paris sokaklarında, yoksa gençliğimi mi arıyorum?..

Osman Kavala nasılsın? Hayırlı bayramlar!

31 Mart güzel bir başlangıç, bir umut kapısı aralanıyor; inşallah senin için de adalet ve hukuk kapısı açılır sevgili kardeşim

31 Mart, CHP için bir büyük seçim başarısı ama yetmez!

Bu başarıyı bir adım daha ileriye götürmek şart. Bunun da yolu, "demokrasi için bir büyük uzlaşma"yı gerçekleştirmekten, yepyeni bir anayasal çatı kurmaktan geçiyor