29 Ekim 2018

"Yüzümde çarpık bir gülümseme"

Bilge Berze'nin Yüzümde Çarpık Bir Gülümseme adlı kitabı Eylül 2018'de çıktı

Bilge Berze’nin Yüzümde Çarpık Bir Gülümseme adlı kitabı Eylül 2018’de çıktı.

Boyut Yayın Grubu’nun yayında hazırladığı anlatı bir solukta okunuyor.

İçinde ilişkilerimiz, her şey tammış gibi görünürken bile eksik hissedişlerimiz, +18’li cinsellik ve şu sözleri ile Kierkegaard var:

“Mükemmel aşk insanın kendini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir.”

“Sırma gibi hisseden kadınlara yalnız olmadıklarını hissettirebilirsem ne mutlu bana” diyor Berze.

Sırma’nın hikâyesini okurken aklıma tanıdıklarım geldi. Bakalım size de aynısı olacak mı?

Tünelin sonunda Bilge Berze’nin özgeçmişi ile karşılaşıyoruz.

Berze’nin oraya yazdıklarını -yani ilk paragrafı- sizinle olduğu gibi paylaşıyorum:

1980 yılında Gewerde -Türkçe adıyla Yüksekovada- dünyaya geldim. Beş yaşına kadar bu hüzünlü topraklarda yaşadım. Faili meçhul bir cinayetle babamı kaybedince annem apar topar iki ağabeyimi ve beni alıp İstanbula döndü. O günden sonra en büyük ağabeyim dışında kimse bir daha Gewere gitmedi. 2005 yılında ailemiz, bir büyük kayıp daha yaşadı. Ağabeyim, Gewerden Diyarbakıra arabasıyla giderken çapraz ateşe tutularak öldürüldü. Katili bulunamadı ama seneler sonra örgütün kendi içinde onu infaz ettiğini öğrendik. Babamın ölümüyle depresyona giren ara ara normalleşme sınırına gelen annem, bu kayıpla majör depresyona girdi. Bu sefer ağır depresyonla mücadele dahi etmedi, kendini ona teslim etti. Ağabeyimden sonra yaşamıyorum, sadece oylanıyorum işte derdi. Gerçekten de ölene kadar sadece oyalandı. Hiç bir şeyle ilgilenmedi, hiç bir şeye ilgi duymadı, sadece bekledi. Yaşamdan ayrılmayı bekledi.

Bereketli -ve hüzünlü- bir özgeçmişin sahibesi olarak ilk kitabını neden başka bir konu değil de kadın-erkek ilişkileri üzerine yazmayı seçtiğini sorabilirdim kendisine.

Bu soruyu sormak için hâlâ şansım var; ancak onu merak etmenizi istiyorum.

Tıpkı benim ettiğim gibi.

Ne zamandır yazıyorsunuz?

Aslında çocukluğumdan bu yana mektup yazmayı çok severim. Okuma yazmayı öğrenip kendimi yazılı ifade etmeyi keşfettiğim günlerde, Norveç’te yaşayan halama yazdığım mektupları saymazsak yaklaşık beş sene önce yazmaya başladım. Önce deneme tarzında bir iki paragrafı geçmeyen metinler zamanla uzamaya, kısa hikâyelere dönmeye başladı.

Günlük tutuyor musunuz?

Günlük tutma alışkanlığım yok ancak kendime yazdığım mektuplar aslında bir nevi günlük gibi oluyor. Mektuplara baktığınızda bir başkasına hitaben yazılmış satırlar olduğunu görüyorsunuz; ama biraz dikkatli okuduğunuzda Bilge’den Bilge’ye yazılmış olduğunu anlıyorsunuz kolaylıkla. Bu, günlük tutmaya girer mi siz karar verin.

Fişlerin arkasına yazmak, takvim kenarına not almak vb. durumlar sizinle örtüşüyor mu peki?

Fişlerin arkasına, takvim kenarlarına yazmıyorum ama çocukluğumdan kalma bir alışkanlık: çantamda hep defterlerle dolaşırım. Defter delisi bir insanım ben. Çeşitli ebatlarda, rengârenk defterlerim var. Bu defterler kimi zaman saçma ve anlamsız cümlelerle, geometrik şekiller ve noktalama işaretleri ile dolu. Kimi zaman da o anki duygu durumumu özetleyen kelimelerle.

Yazma pratiğinizden biraz daha bahsetmek ister misiniz?

Dürüst olacağım: yazma pratiğini henüz geliştiremedim. Hayatın bazı alanlarında disiplinli bir insan olduğumu söylesem de ne yazık ki yazmak o alanlarımın dışında. Bazı yazarlar kendilerine gün içinde bir zaman belirleyip o zaman geldiğinde başka hiç bir şey yapmaz ve sadece yazma işine odaklanırlarmış. Roman, hikâye, deneme her ne yazıyorlarsa mutlaka her gün aynı saatte eskiden kâğıtlarına, şimdilerde bilgisayar ekranına bir iki kelime de olsa yazar ve süreleri dolana kadar beklerlermiş. Ben öyle değilim. Canım ne zaman isterse o zaman yazıyorum ve çok iyi biliyorum eğer ‘yazar’ olma yolunda ilerlemek istiyorsam bu disiplini ve pratiği öğrenmek ve geliştirmek zorundayım.

Neden bu kitabı yazdınız?

Bağımlı kişilik özelliklerine sahip bir konuya takılı kalmış ama aslında psikolojik açıdan sağlıklı kadınlara ‘normal’ olduklarını hissettirebilmek için yazdım ve elbette yalnız olmadıklarını da bilmelerini istedim. Etrafımda birbirinden akıllı, zeki, hoş ve güzel diyebileceğim, ilişki problemi yaşayan ve bu problemini yenmek için batı tıbbından tutun da tamamlayıcı tıp dâhil pozitif bilimlerin dışında ezoterik öğretiler ve spiritüel çalışmalara maddi ve manevi harcama yapıp sonunda mutsuz olan o kadar çok kadın var ki…

Bu kitap aracılığı ile Sırma gibi hisseden kadınlara yalnız olmadıklarını hissettirebilirsem ne mutlu bana. Bu birinci sebep.

İkincisi ise partneri olsa ve onu çok sevse dahi illâ somut bir nedene dayanmadan bir başkasına ilgi duyabilir ve onunla cinsel bir deneyim yaşamak isteyebilirsiniz. Son derece insani olan bu dürtünün aşk ile karıştırılmaması ve aşkın bu kadar yüceltilmemesi görüşümü paylaşmak için yazdım.

Ezoterik öğretiler dediniz. Biraz açabilir misiniz?

Ezoterizmin kelime anlamı içreklik. Ezoterizm alanında çalışanlar bu kavramın bilgi ve bilimle ilgili olduklarını savunurlar ancak bilimsel diyebilmek için ilke ve tekrarlanabilen deney ve sınanabilme ölçütlerine sahip olmadığı için bilim değildir. ‘Yüce bir bilgiye’ ulaşma yolunda atılan adımdır aslında ezoterik öğretiler. Parapsikoloji, tasavvuf, şamanlık, astroloji, telekinezi, reiki, aile dizimleri gibi günümüzde geniş bir perspektife dayanan bilim ile din dışında kalmış öğretiler diye özetlemek mümkün.  

Akıcı, merak uyandırıcı, arka sayfayı çevirmek istediğim bir dille karşılaştım. Sizce bunu nasıl sağladınız? Doğal yetenek mi? Birikim mi?

Yetenekten ziyade birikim diyebilirim size. Bana kalırsa yazma, her insanın yapabileceği, okudukça, ve yazdıkça kendinizi geliştirdiğiniz bir alan. İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunmayacağına inanıyorum. Özellikle farklı dillerde okumak ve yazmak, bu birikimi daha da geliştiriyor ve derinleştiriyor. O zaman özel bir çaba harcamadan bu dili yakalayabiliyorsunuz ve elbette pratik yapmak ve kendiniz olmak… Bir başkasına öykünmeden yazdığınızda kendi akıcı dilinizi yakalıyorsunuz.

Boyut Yayın Grubu ile yolunuz nasıl kesişti?

Kitabı bitirdikten sonra yayınlamaya karar verince biraz araştırma yaptım ve Türkiye’de kitap bastırma işinin o kadar da kolay olmadığını farkettim. Sınırlı sayıda bulunan Türkiyeli arkadaşlarım bana Türk edebiyat dünyasının da âdeta bir mafya gibi olduğunu söylediler, ben de inandım. (Gülüyor) İlk kitabım olduğu için kendi bütçemle yayınlatmaya karar verdim ve aralarında Boyut’un da olduğu üç yayınevine yazdım. Kitabın pdf dosyasını gönderdim. Her üçüne de kendi bütçemle yayınlatmak istediğimi söylediğim hâlde bana cevap veren tek yayınevi Boyut oldu. Üstelik her hangi bir şey ödememe gerek kalmadan tüm editöryal işleri, tasarım, basım, dağıtım, tanıtım gibi her şeyi üstlendiler. Bence günümüz koşullarında her açıdan bir risk aldılar. Sağ olsunlar. Bana güvendiler ve bir şans verdiler.

Türkiyeli arkadaşlarınız neden sınırlı sayıda?

İlk gençlik yıllarımda yaz tatillerinde Türkiye'ye gelme şansım oldu. Son beş senedir daha düzenli ve uzun süreli gelmeye başladım Türkiye’ye. Belli bir yaştan sonra yeni arkadaş edinmek çok kolay olmuyor. 

Kitabın yayımlanma sürecinde -öncesinde, sonrasında- sizi sıkıştıran şeyler oldu mu?

Sıkıştırmakla ne demek istediğinizi tam anlamamakla beraber beni üzen bazı noktaları paylaşmak isterim. Bir defa, kitap basılmadan defalarca okunmasına ve sayısız düzeltmeler yapılmasına rağmen, basılı hâlini okumaya başladığımda hata görmek beni üzdü. İkincisi bana göre +18 ibaresine hiç gerek yoktu ama yine günümüz Türkiye’sinde hem kendini hem de beni korumak için +18 ibaresinin yerleştirilmesi konusunda Boyut ısrarcı oldu. Tüm bunların dışında kitap yazıldı, basıldı, dağıtıldı ama okunmadı veya okunmuyor ise bunca emek boşa gitmiş oluyor demekmiş. Bunu da yeni deneyimliyorum. Kimsenin tanımadığı ve bilmediği bir ismin kitabını alıp neden okuyacaksınız? Boyut, sizin de arasında olduğunuz, alanında öncü ve lider isimleri seçti ve kitabı gönderdi. İçlerinde ilgi gösteren ve okuyan nadir iki isimden biri siz oldunuz. Bu durum beni cidden şaşırtmadı; ama sizin sorduğunuz anlamda sıkıştırdı. Hâlen de sıkıştırıyor.

Anlıyorum. Peki, kapak tasarımı süreci nasıl ilerledi?

Sanırım tüm bu sürecin en zevkli kısımlarından biriydi. Türkiye’de olmadığım için Boyut ile tüm görüşmeler telefon ve veya e-mail yolu ile gerçekleşti. Boyut Yayın Grubu Genel Yönetmeni Bülent Özükan üç farklı kapak ile ilerlemeyi tercih etti. Sanat Yönetmeni Murat Öneş biribirinden güzel farklı tasarımlar hazırladı ve şu andaki mevcut üç ayrı kapakla basılmasına karar verildi. Anlayacağınız tasarım sürecinin hem içindeydim hem dışında; ama benim açımdan son derece özgün ve güzel kapaklar ortaya çıktı. Sonuçtan memnunum.

Mükemmel aşk insanın kendini mutsuz edecek kişiyi sevmesidirKierkegaard alıntısı ile başlıyor anlatı. Bu sözle ilk nerede, nasıl karşılaştınız?

Çok uzun zaman önce, üniversite yıllarında Kierkegaard’ın The Seducers Diary isimli kitabını okurken karşılaşmıştım. Sırma’nın Cem’e duyduğu aşk bana bunu hatırlattı. Bana sorarsanız mükemmelden ziyade patolojik aşk tanımı bu olmalı; ama belki de aşk da bir patoloji. Nereden baktığınıza göre değişir; ama âşık olduğunuz sırada duygu ve düşünce durumunuz normal hâlinizden çok farklı olduğunu düşünürsek aşk belki de gerçekten bir hastalık.

Cinsellikle -kitabınızdaki kadar- barışık başka yazarlar var mı ilham aldığınız?

Hayır, ilham aldığım bir yazar olmadı. Kendiliğinden bu şekilde aktı gitti kelimeler.

İstanbul Modern, Robert Kolej gibi özel isimleri cömertçe kullanmışsınız. Kitabı yazma sürecinizde bu mekânlar üzerinde özellikle düşündünüz mü? (İstediğimiz gibi kullanabiliyor muyuz bu isimleri? Telif vb. durumlar yok değil mi?)

İnanın, siz soruncaya kadar bilmiyordum. Bir taraftan yaşamayan kişilere yaşayan ve var olan mekânlarda yer vererek onları daha gerçek yapmak istedim. Boyut’a sordum, onları olumsuz bir şekilde tanımlamadığım için bir sorun olmayacağını söylediler. Sizce olur mu? Dilerim olmaz. (Gülüyor)

Açıkçası ben de bilmiyorum ve olayları böylelikle daha gerçek yaptığınıza katılıyorum. Anlatıda kişiler hep birinci tekil şahıs olarak konuşuyorlar. Buna nasıl karar verdiniz?

Birinci tekil şahıs olarak anlatmak, yazma sürecinde benim tercih ettiğim ve kendimi daha rahat ifade edebildiğim bir yöntem. ‘Tanrı anlatıcı’ da olabilirdim; ama her iki karakter de olaylara kendi bakış açılarından baktıkları ve yaşadıkları için okurla iletişimi birinci tekil şahıs olarak kursalar daha gerçekçi olur diye düşündüm; çünkü bence yazdıklarımı ilginç kılan noktalardan biri bu. Yaşanan olaylara erkek ve kadın bakış açıcı katmak ancak bu şekilde olabilirdi bence.

Saplantı sizin için ne ifade ediyor?

Önce isterseniz psikiyatrik tanımıyla başlayalım. Saplantı, kişinin zihnini işgal ve rahatsız edecek biçimde istemsizce ortaya çıkan dürtü ve imajlardır. Dolayısı ile her şeye karşı saplantı geliştirme şansınız var. Kuşku, düzen, kirlenme, cinsellik, saldırganlık ve elbette aşk. Eğer bu insanın gündelik yaşamını etkileyecek bir hâle geliyorsa o zaman hastalık olarak nitelendirilip tedavi altına alınması gerekiyor. Ben her insanda kendine özgü saplantılar olduğunu, bunun da insan olmanın gerektirdiği özelliklerden biri olduğunu düşünüyorum. Elbette rutinini bozup hastalık hâline gelmeyen bir saplantıdan söz ediyorum. Yapay zekâ ile insanı ayıran temel noktalardan biri de saplantı bence.

Yapay zekâ ile insanı ayıran noktaları çok düşünmediğimi fark ediyorum; fakat yine kitaba döneceğim. Bu kitabı ne kadar sürede yazdınız?

Başlamakla bitirmek arasında geçen süre bir yıl.

Sizi takip edebileceğimiz -başka platformlarda- yazılarınız var mı?

Şu anda kendi blogum dışında başka bir yer yok: www.bilgeberze.com

Kitapta adı geçen şahıslara isim verme sürecinde neler yaşadınız?  

İlk başta çok zorlandım. Önce isim vermeden ‘Kadın’, ‘Erkek’ diyerek yazmaya koyuldum ancak çok duygusuz geldi. Sonrasında hiç bir özel çaba göstermeden kendiliğinden aktı gitti. Sadece Sırma’nın oğluna isim verirken zorlandım, Kerem ile Selim arasında gidip geldim. Hatta bazı yerlerde Kerem, bazı yerlerde Selim bırakmışım, Boyut düzeltti. Bazı okurlar Sırma ismi ile yaratılan karakterin eşleşmediğini söylediler. Sözde iyi okur yazar olup sol tayfadan gelen bir kadına daha geleneksel bir isim olan Sırma’yı yakıştıramadıklarını söylediler.

Sizce anlattıklarınız peşinizi bırakacak mı? Yoksa dallanıp budaklanacak mı?

Benim için Sırma ile Cem’in hikâyesi bitti. İkisi arasında yaşananalar yaşandı ve söylenecek yeni bir söz yok artık. Dallanıp budaklanacak bir alan bırakmadığımı düşünüyorum Sırma ile Cem’e; ama elbette başka hikâyeler, ‘cesur yeni dünyalar’ yazmak istiyorum.

Şimdiye kadar nasıl tepkiler aldınız? Ailenizden, arkadaşlarınızdan, tanımadığınız insanlardan?

Cinselliği bu kadar açık yazmam şaşkınlık yarattı. Genelde cesur ve cüretkâr bulundu. Hatta ‘edepsiz’ diyen dahi oldu. Sırma ile Cem’in ilk sevişme anını erkek bakış açısı ve erkek egemen bir dille yazdığımı söyleyenler de oldu. Kimileri yaşadığımı yazdığımı, otobiyografik bir roman gibi yazdığımı söyledi. Sonuçta her birey kendi okuduğunu anlama ve yorumlama hakkına sahip.

Sizce kadınların (bu toplumda ya da değil) yüzde kaçı sevişmek için âşık olmayı ön koşul kabul ediyor? Bununla ilgili araştırmalarla karşılaştınız mı kitabınızı yazarken?

Sosyal bilim okumuş bir insan olarak ne desktop research (masa başı araştırma) yaptım ne de bununla ilgili kendim bir araştırma yaptım. Türkiye’ye ait bir gözlemimi paylaştım. Yurt dışında bunu daha nadir gözlemledim; çünkü orada evlilik, cinsellik, sadakat gibi konulara daha farklı bakılıyor. Aşk, sadakat, cinsellik gibi konuların da kültürel miras olarak aktarıldığına inanıyorum. Tabii bu evrimsel psikolojinin uzmanlık alanı. Bu konuda Dawkins’in 1976 yılında yazdığı The Selfish Gene isimli kitabında nesilden nesile kopyalanan şeyleri anlatıyor, ezgiler, alışkanlıklar, beceriler…

Benim fikrimce özellikle bir grup kadın sevişmek için aşkı ön koşul olarak görüyor ve sadece aşk olduğunda sevişebileceğini, partnerini aldatabileceğini düşünüyor. Bazı meslek gruplarının, bu düşünceyi desteklediğini de düşünüyorum. Belirli bir grubu ya da kişileri hedef göstermek istemiyorum; ama son on beş yılda Türkiye’de çıkan kitapların ve romanların konusuna baktığınızda dünyevi aşk aracılığı ile ilahî aşka kavuşma yolunda ne kadar çok eser verildiğini siz de farketmişsinizdir. Tasavvuf ve aşk, yanlış kişilerce o kadar pompalandı ve ucuzlatıldı ki karşı cinse duyulan her tensel çekimi ‘aşk’ sanıp, yüceltmeye çalıştık. ‘Aşkım’, ‘aşkitom’ gibi kelimeler günlük rutinimize girdi. Uzun sözün kısası gözlemlerimden yola çıkarak yazdım.

Elif Şafak’ın Aşk adlı kitabını okudunuz mu?

Yüzümde Çarpık Bir Gülümseme'yi yazmaya karar verdiğimde aşk hakkında Türkçe yazılmış kitapları araştırdığımda karşıma çıkanlardan biriydi, okudum.

Biri ile evliyken ya da ilişkideyken başka kişilerle ilişkiye girmek hakkında kitapta yazdıklarınızın yanında söylemek istedikleriniz var mı?

Hayır, yok. Tamamen ilişki yaşayan kişilere ait bir görüş olmalı diye düşünüyorum. Yaşam ömrünün bu kadar uzadığı bir çağda monogaminin gerçek olmadığını düşünüyorum; ancak poligamiye geçiş partnerlerin tercihine kalmış bir şey. Üçüncü şahısların yargılama ya da eleştirme hakkının olmadığı bir dünyada yaşamak isterdim.

Kitabın türüne ne diyebilirsiniz?

Aşkı ve ilişkileri konu alan bir novella diyebilirim.

Tanıdığınız Cemler, Sırmalar epeyce var mı?

Var galiba. (Gülüyor) Arkadaşlarım, onların arkadaşları... Son derece insani bir konuyu ele aldığımı düşünüyorum. O yüzden evet, epeyce var.

Şems-i Tebriz, kendine yaklaşmak, özüne dönmek ya da spiritüel çalışmalar kitapta yer yer karşımıza çıkıyor. Neden?

Bu biraz benim kişisel merakım, biraz da yukarıda bahsettiğim gibi günümüzde moda olmuş ve içi boşaltılmış kavramlara biraz dikkat çekip hak ettiği ağırlık ve değer üzerine düşündürtmek için. Türkiye’de yaşayan psikiyatrist bir arkadaşım var. “Kadın hastalarımın büyük çoğunluğunu, Secret kitabını okuyup düşünce gücüne inanıp küreler ve meleklere inanan ve dilekleri gerçekleşmeyince bunalıma giren tipler oluşturuyor”  diyor.

Yine onun dediğine göre Spiritüel Yaşam Koçu veya Ruhsal Koç denen meslek grupları oluşmuş ve anladığım kadarı ile seanslarına epeyce de para alıyorlar. Tasavvufu özümsemiş ya da ruhçuluk ekolünden gelip inisiye almış kişlerden bahsetmiyorum burada. Modern üfürükçülerden bahsediyorum ve bu insanların bu kadar sorumsuzca bir merkez açıp haksız yere para kazanmaları ve kişilere zarar verme potansiyeli beni ürkütüyor.

Nörobilim çalışmalarının bu kadar hız kazandığı ve geçmişte Türkçe’ye ruh hastalıkları olarak çevrilmiş psikiyatrik bozuklukların temelinde beyin ve sinir sisteminin organik ve fonksiyonel bir bozukluk sonucu ortaya çıkmışken dünyada spiritüel çalışmalarla  nörobilimin iç içe geçtiği günler yaşanırken bizim ülkemizde bu konuların son derece sınırlı bir toplulukta konuşulması üzerine dikkat çekmek istedim.

İnisiye almak nedir?

Usta-çırak ilişkisine benzer bir ilişki diyebiliriz. O yüce bilgiye ulaşmada üstattan el almanız, bilgiyi size bir düzen içerisinde hazır olduğunuzda aktarması.

Kitaptaki bir cümleden yola çıkarak soracağım: Neyi arıyorsan o musun sen?

Bence evet ve yine bence en büyük aldatma insanın kendini bilmemesi ve kendini aldatması. Anjelika Akbar’ın Raindrops’unda dediği gibi

Bil ki bütün cevapların, özünde yatar

kalbin gözüyle bak, mutlak gelir cevaplar

Aşkı arıyorsan aşksın, öfkeyi arıyorsan öfkesin, gücü arıyorsan güçsün. Bunların hepsi, iyi de kötü de insanın içinde var olan şeyler. Uygun koşullar gerçekleştiğinde genetik yapın, kültürel mirasın, çevren, ailen, beynin biyokimyasal yapısı katil olmanı sağlıyorsa katilsin. Benim dünyaya bakış açım bu şekilde. Neyi arıyorsan aslında o’sun. Çok uzaklara gitmene gerek yok. Dikkatli bak ve ne olduğunu ve kim olduğunu ve nereye gitmek istediğini algılamaya çalış.

Pi diye dizi yaptılar ve kitabın uyarlaması diye yola çıktılar. Onu hatırlattı bu sözleriniz. İzlediniz mi?

Hayır, izlemedim.

Yüzümde Çarpık Bir Gülümseme adlı kitabınızın sonunda alışılmadık ve dürüst bir özgeçmiş bizi bekliyor. O bölümü yazma deneyiminizden bahsetmek ister misiniz?

Boyut beni tanımıyordu. Kendimi onlara tanıtmak için kısa bir özgeçmiş yazayım derken bu metin ortaya çıktı. Genel Yönetmen Bülent Özükan bu özgeçmişi kitabın sonunda kullanmak istedi. Sanırım kendi hayatımdan bir hikâye daha yazmamı bekliyor. Şaka tabii. Bunu ona sormalısınız.

Eklemek istedikleriniz var mı?

Çok teşekkür ederim. Yazma maceramda ilk söyleşiyi sizinle gerçekleştirdiğim için çok ama çok mutluyum.

Yazarın Diğer Yazıları

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

Mad Pride ya da ‘Delilerin’ Onur Yürüyüşü

Mad Pride’ın amacı stigma ile mücadele etmek, ‘delilerin’ haklarını savunmak, çeşitli politikalara etki etmek, beraberce güçlenmek, bazen biraz eğlenmek ve misal ‘psikopat’, ‘manyak’, ‘şizo’, ‘deli misin nesin’ demeden önce bir kez daha düşünmeyi hatırlatmak

LGBTİQA+ hakları insan haklarıdır!

Kendimiz dışındaki insanların var oluşlarını öldürmeye yeltenmekle övün(e)memeliyiz, bundan olsa olsa utanç duyulur.