21 Temmuz 2016

Puławy’deki saçları incili kız...

Sadece gözlerinizle sevişebilir misiniz sahi?

Bana, mucize nedir, deseniz, size ‘Puławy’ derim.

Polonya’da Puławy adında bir yer var.

Bu yıl, Puławy’de (Dom Chemika’da) 7-17 Temmuz arasında 46.’sı düzenlenen caz workshop’una katıldım.

Neleri görmeyi seçtim?

Böğürtlenli mantıları var.

Tuvaletlerde, kadın kapısı çemberle, erkek kapısı üçgenle işaretlenmiş.

Market poşetleri çok ucuz da olsa ücretli. Çevreyi korumak için ufak bir hatırlatıcı bu belki.

Orada öğrendim ki yıldızların tapusu varmış. Gökyüzündekilerin... Bazı insanlar, yıldız tapusu alıyormuş.

L’atessa (2015) adında bir film izlemiştim. Kadın, deniz yastığını söndürürken içine çekiyordu havayı sımsıkı. Kendisinden önce yastığı şişirenin, hava üfleyenin nefesini kendi içine almak, hapsetmek istercesine. Saksafonlar bana o sahneyi hatırlattı.

Uçmak yerine uzun yürüyüşler yapan kuşlar gördüm yine.

Haritanın bir noktasına parmakla incecik bastırıp sonra oraya gitmek ne müthiş bir şey!

A tisket a Tasket (Count Basie & Ella Fitzgerald), Dat Dere (Mel Tormé / Oscar Brown Jr.), Honeysuckle Rose (Lena Horne) gibi caz standartlarında gezinerek başladık.

Caz şarkıcısı ile teröristin benzer yanı neymiş? İkisi de köprüleri uçurabilir! (AABA formunda B bridge / köprü olarak geçiyor.)

Peçeteleri çok ince. Taharet musluğu olmamasından yakınan arkadaşlarımın varlığı... Ve çözüm için haldır huldur ıslak mendil aramaları...

Anita O’Day’i keşfim...

Sanatçılığa giden yolda olmazsa olmazlar: Tutkuyla yaratmak, sağlam performans yapmak, şahane teori bilmek, iyi bir dinleyici olmak...

“Bence” sesi, Lehçe’de will be demek. Benjeee, benjeee, benjeee...

İşte kendi ellerimle yaptığım kırpık konservatuvarımdayım. Bu arada, kırpık olan benim tabii ki. Her bir köşeden meyveler topladım. Öylesine profesyonel ve cana yakınlardı ki, hâlâ başım dönüyor! Bir ömrü böyle geçirenler ne şanslı!

B flat 7’ı (Bb7) anlatıyor Bogdan. B için 7 adet Bee’ye (yani arı vız vız), flat için de çekiçle üstlerine vurmaya ihtiyacımız var, diyor. Kalakalıyorum.

Frank Rosolino’nun intihar ettiğini öğreniyorum. Oysa cazla ilgilenen kimse ölemezmiş gibiydi. Pennies From Heaven’ı not ediyorum.

Doodle Tonguing öğrenmek iyi olacak scat için. Bunun için metronomla çalışmalıyım!

Ve artık kontrbası daha iyi duymalıyım. Bunun için Ray Brown, Ron Carter, Jimmy Garrison’u yalayıp yutmalıyım.

What is your groove demesinler mi bir de jam’de? Neyse ki groove’umu öğrendim de bir daha öyle bön bön bakmam umarım müzisyenlerin yüzüne.

Bu arada, dünyada bir yerlerde, sadece köpeklere özel TV kanalı olduğunu öğreniyorum. Mavi, kırmızı renkler varmış. Saatlerce izliyormuş köpekçikler.

Dante diyor ki:

  • En büyük öğretmen kim?

  • Kim?

  • Kendin...

Yutkunuyorum. Bugüne kadar biriktirdiğim dünya ile ne de güzel örtüşüyor caz.

Elvin Jones, Kazimierz’in içinde taşıdığı davulcu. Konserde onu anlatırken saygısı, sevgisi ne kadar derinden hissediliyordu...

Jam session’lar çok güzel. Notasız gitmek ölüm. Tempoyu verememek mezarlıkta seni böceklerin yemesi gibi. Diyorlar ki jam session prova değil, o bir performans.

Hey! Saksafon çalanlara “F diyez’den çalalım mı” dersek yüzleri düşermiş.

Bu sırada, cep telefonumdan uzaklaşıyorum. İşte o zaman elim ayağım gitmiş gibi oluyor. Çok geriliyorum. Sessiz ve hiçbir şeysiz kalamıyorum. Sabahın köründe kırmızı rujla gezdiğim için kendimi didik didik ediyorum.  

Sonra, bu dayaklar devam ediyor: Çalışkan değilsen eksiksin. Eteğin delikse zavallısın. Arka arkaya sigara içiyorsan bitmişsin.

Feci hâlde duygu bombardımanı başladı.

Derin nefes al. Ah!

Her yerden uyarıcılar bastırıyor. Yönetmek zorundasın. Gerginliğimin geçmesi için biraz yalnız kalmalıyım. Alışverişin beni rahatlatması ne acı.

Gece otele giderken elimde taşıdığım şamdan-vari ağaç parçası, seni ne çok seviyorum!

Amy’nin saçına taktığım buruşuk kuş tüyü... (Amy Kelliher... My dear big band girl...)

Aşk, müziği etkiliyor. Kolumda morluk. Direğe tırmandım. Karın kaslarımı geri istiyorum. Neden vücudumuzu kara tahta gibi kullanmayız?

Burada en az üç baba görmüş olmalıyım. Kızları ile gelmişler. Demek hayat, benim tecrübelerimden ibaret değilmiş. Çeşit çeşit babalar varmış. Olabiliyormuş. Başka hikâyeler, yani, mümkünmüş.

How insensitive ne güzeldi. Ve müzisyenlerin günlük hayatlarına şahit olmak ne büyük lüks! Yaptıkları müzik ve yaşadıkları hayat, yan yana, gözümün önüne serildiğinde parmaklarımı yemek, hatta dirseklerime kadar ısırmak istiyorum kendimi.

Sadece gözlerinizle sevişebilir misiniz sahi?

Yolda taşlar vardı. Bak, dedi Bogdan, ne güzel, her biri elle yapılmış. Dedim, bu taşlı yol, evet, taşlar birbirinden bağımsız, irili ufaklı, sürprizli... Peki, o zaman şu düz yol ne, dedim. O mu? O, disko müziği, dedi. O an, bir kez daha Bogdan’ı heykel yapıp kütüphaneme götürmeyi ve asırlarca yanımda yaşamasını diledim. Arılar, dedi; arılar küçücük bir kavanoz bal yapabilmek için, dünyayı iki kez turluyorlar.

Bogdan, Kazimierz, Michał konserimize çıkmadan önce, siyahlar içinde, satranç oynuyorlardı. Bu görüntü zihnime öyle bir kazındı ki verdiği haz gözyaşı olup taştı. Bogdan, notaların sonuna Count Basie ending yazdı. Buraya gelmek bana caz yolculuğumda en az üç yıl kazandırdı. Lush Life, Autumn Serenade, Falling in Love is Wonderful...

All of Me söylemek, jam’de makbul galiba. Yani, müzisyenlerin doğaçlama yapabilmelerine elverişli repertuvar götürmek önemliymiş asıl. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim.

Keşke buraya on stok uyku getirebilseydim. 2-3-4 saat uyku ile on gün geçti, bana mısın demedim. Uyku stoğum olsa oradan yerdim.

Çok tuhaf; bir ses duyuyorsun, beyin dalgaların harekete geçiyor, ağlıyorsun mesela. The Girl with the Pearl’s Hair (Saçları İncili Kız)* bana nasıl da dokundu. Omega’nın şarkısı bu. Janusz Szprot’tan öğrendim. Caz çaldılar onu. Dudaklarımı ısırdım. Kalbimi tuttum, kaçacaktı. Saçlarım terleyen yerlerime yapışmış.

Ay çekirdeğini en ilk hâli ile, kocaman çiçek olarak bulunca zıpladım!

Yazmak yerine yaşamak  istiyorum artık, diye geçirdim içimden. Dizimi geçmeyen o minnoş havuzda, sabaha karşı 5.00’te yüzmek bu kararımın hediyesiydi. Her sabah başucumda bulduğum Alka-Seltzer’lere olan minnetle yoluma devam ettim.

Ve dostum, artık form takip edebiliyorum.

Ve 13 yaş...

O, harika bir varlık.

Limonlu dondurmaya ait bir standart olsaymış. So in Love, Sweet Georgia Brown, I Love You...

Sokaklarda kedi, köpek yok.

Eylül’de Roma’da Barry Harris workshop’u var. Oraya da gitsem...

Klasik müzik ve caz arasındaki farkı konuştuk. Cazda performans ön planda, klasik müzikte besteci, daha çok. Ve kontrast ne güzel şeydir!

Marek Stawiński’den aldığım dersten sonra anladım ki gerçekten sesim bir enstürman olabilir! Burnumda, alnımda, kulaklarımda tıs tıs, hatta bileklerimde sızım sızım dolaştırdı onu!

Konserimiz bitti. Sonra haber geldi. Sevinemedik. Türkiye’de neler olmuş? Belki dönemeyebilirmişiz. Herkes bizi buyur etti: Bir yatağımız var senin için...

Düşündüm. Dönmesem? Param biter iki, üç gün içinde. Garson mu olsam? Gece bir yerde dans mı ederim? Telefon kartı mı alırım ilk? Nerede uyurum en sonra? İstanbul’daki eşyalarımı kim ne yapar? Hadi iki tane terliğim var yanımda da, kış gelince ne yaparım? Peki ya kitaplarım...? Ne tuhaf. Sıfır noktası geldiğinde, biliyorum ki, aklımı hâlâ yitirmediysem benimle olacak o şeyler... Onları benden asla alamazlar... Mesela şarkılarımı, mesela ‘tak’ demenin ‘evet’; ‘smacznego’nun ‘afiyet olsun’ anlamına geldiğini bildiğimi... Dansımı... Paulina’ya delicesine sarıldığımı hatırlayınca yüzümün aldığı o ifadeyi... Bunları benden kimse alamaz.

Fakat votkamı, güvenlik görevlisi aldı mesela. Poşeti açmışım. Açma yazan poşeti açmışım. Ama şişe kapalı. O kadını nereye koysan, kuralları a-b-c olarak uygular işte. İnisiyatif alamaz.

Taksiler malum gün, İstanbul havaalanından İzmir’e 2000 TL’ye müşteri taşımış, araç yokmuş.

Yorgunum ama içim kıpır kıpır... Notalarda yazmayan iletişimin de peşindeyim.

Döndüm. Hiç bu kadar güzel bir şeyim olmuş muydu benim?

Dualar ettim. Canlı bombalar, yollarda korna-bayrak-sakal dolaşanlar da benim yaşadığım şu güzellikleri yaşasınlar inşallah. Umarım müzikle karşılaşsınlar. Umarım ondan büyülensinler. Umarım başkalarını değil kendi kendilerini dövsünler. Umarım iyi olsunlar. Ve sonra benim döktüğüm mutluluk gözyaşlarından döksünler. Hiç ama hiç utanmadan saatlerce dans etsinler. Ve yanlarında beliren bir çocuk onlara saksafon çalsın. Gözleri kapalıyken dokunsun da açıversin. Sonra da, sabaha karşı sahneye çıkan dâhi piyanisti izlerken çıldırmamak için akıllarına mukayyet olsunlar.

Benim ilacım sanat. Derecem 46. Gülüşüm biz.

Bu arada, Sibel Köse, she really rocks! Yani, öyle böyle değil, dünyanın her bir köşesinde, her an... Neyse, anlatmayayım artık, gerisi bana kalsın.

Müzisyenlerin soyadlarını yazmamışım bazen yukarıda. Affedin. Hepsi işte aşağıda, şurada... Dahası kalbimde, ta derinlerde... Sonsuz saygılarımla...



Piano: Artur Dutkiewicz
Double bass, bass guitar: Wojciech Pulcyn
Guitar: Rafał Sarnecki
Trumpet: Piotr Schmidt
Trombone: Dante Luciani (USA) 
Saxophone/flute: Adam Wendt
Drums: Paweł Dobrowolski, Cezary Konrad (gościnnie)
Vocals: Sibel Köse (Turkey), Janusz Szrom
Vocal techniques: Marek Stawiński
Big Band: Dante Luciani
Jazz history: Piotr Schmidt
Jazz theory: Janusz Szprot 
Accompanying sections for vocalists:
Wojciech Majewski /p/, Mariusz Bogdanowicz /b/, Sebastian Frankiewicz /dr/
Bogdan Hołownia /p/, Michał Jaros /b/, Kazimierz Jonkisz /dr/
Artistic head and program coordinator: Janusz Szprot 
Organizational director: Krzysztof Sadowski 
The Girl with the Pearl’s Hair (Saçları İncili Kız): 

 


 

 

Yazarın Diğer Yazıları

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

Mad Pride ya da ‘Delilerin’ Onur Yürüyüşü

Mad Pride’ın amacı stigma ile mücadele etmek, ‘delilerin’ haklarını savunmak, çeşitli politikalara etki etmek, beraberce güçlenmek, bazen biraz eğlenmek ve misal ‘psikopat’, ‘manyak’, ‘şizo’, ‘deli misin nesin’ demeden önce bir kez daha düşünmeyi hatırlatmak

LGBTİQA+ hakları insan haklarıdır!

Kendimiz dışındaki insanların var oluşlarını öldürmeye yeltenmekle övün(e)memeliyiz, bundan olsa olsa utanç duyulur.