07 Mayıs 2015

Sığ girdaplarda içeriden dışarıya doğru sıkışanların, yazılamayan yazısı

Seçimlerde nasıl bir ülke istediğimizi seçeceğiz ve belki nasıl bir ülke istemediğimizi sinyalleyeceğiz

Beyaz sayfa açtım kendime, bilgisayarımda. Canım yazı yazmak istiyor, biliyorum, daraldım çünkü. İçeriden dışarıya doğru sıkıştım.

 

Hukuk ve güç ilişkisi

 

Konu seçeceğim. Soruşturma aşamasında yetki kullanmak üzere özel görevle kurulan sulh ceza hakimliklerinin hukuk devletini nasıl örselediğini yazabilirim. Bir bakalım. Neler yazarım? Bir hukuk devletinde hukukun üstünlüğünü sağlayacak olan mahkemelerin özel beklentilerle ilgili stratejilerin bir sonucu olarak kurulması düşünülemez. Tabii hakim ilkesi, hakimin o konuya özel olarak bir dizayn sonucunda konuya el atmıyor olmasını, zaten kurulu bir düzende muhakeme akışı olmasını gerekli kılar. Sulh ceza hakimliklerinin kuruluş şekli de, gerekçesi de, kuruluşları esnasında verilen siyasi beyanlar da, kararlarına karşı aynı dizayn silosu içerisinde yine diğer sulh ceza hakimliklerine gidilmesi zorunluluğu da, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal bir özelliği olan hukuk devleti özlemini zedelemiş ve bu topraklarda hukukun üstünlüğünü üstünün hukukuna kurban etmeye başlamıştır.

Bazı Asliye Ceza Mahkemesi hakimlerinin nasıl hukuksuz ve yine stratejili (ama başka stratejili) karar alabildiği görüldüğünde, sulh ceza hakimliklerinin neye refleks olarak getirildiği meydana çıkıyor. Ancak bu bir bahane veya haklılaştırıcı gerekçe olamaz. O kişileri oralara getirenler bunu yapmış oldukları gerçeğine bir gecede sırt çevirip çözümü telaşla üretmek adına hukuk devletinin bütün prensiplerini temelinden çökertecek hamlelere girişmişler, tabii hakim ilkesini çiğnemişlerdir. Bu gerçek de, bu telaşa yol açan rızai birlikteliklerin sorumluluğunun taşınması gerektiği gibi, sorumluluk doğurucu biçimde ortadadır. Türkiye’de halk yargıya zerrece güvenmemektedir ve bu durum halkın hukuka sırtını dönmesine, devletin de bu dışlanmış hukuku kötüye kullanarak giderek hukuksuzlaşmasına yol açmaktadır. Bunları yazabilirim ama bütün bunlar aslında siyasi güç savaşının bir sonucu. “Devlet işgal altında” diyenin hukuk devletini bozuyor olmasından kaygılanmasını sağlamak zor olduğu gibi, mesele de sulh ceza hakimliği meselesi değil. Üstelik, bu olup biten yeni değil. Bu topraklarda hep olan durumun bir başka görüntü biçimine bakıyoruz. Hukuk devletinin bir özlem, bir anayasal temenni olması, bundan öteye geçememesi durumu.

Başka ülkelerde hukuki realizm denildiğinde, bu hukuk felsefesi akımı, mevzuatın arkasına gizlenmek yerine hakimin iradesine bakmayı ifade ediyor. Türkiye’de hukuki realizm denildiğinde hakimi de aşıp arkadaki güce bakmak gerekiyor. Realizm egzersizi hukuk devleti eksiğini gösteriyor yani. Yassıada Baş Yargıcı Salim Başol’un “Ne yapalım, sizi buraya tıkan güç böyle istiyor” dediği günden bu yana güç el değiştirmiş olabilir ama hukukun oyuncak olması durumu değişmiyor. Güç elbette el değiştirir. Doğası bu. Elden ele gezer. Önemli olan o gücün el değiştirmesi anlarında ve zirve yapması anlarında hukukun ayrı bir dengeleyici faktör olarak kalıp kalamadığı, kendi eksenini halk tarafından değer verilen ayrı bir korunaklı çerçeve içinde kabul ettirip ettiremediğidir. Şu halde, hukukun kendi omurgasına sahip olabilmesi için gücünü halktan alması ve halk tarafından sahiplenilmesi gerekir. Bu da hakkaniyetli sonuçlara vesile olmakla, adalet dağıttıkça yücelmekle, duruş sahibi olmakla ve güce göre eğilip bükülmemekle ilgili olduğu kadar uygulanacak hukukun içeriğinin kalitesiyle de ilgilidir. O noktada da, bir defa daha, meclisin durumuna geliyoruz. Öyleyse, şu aşamada sulh ceza hakimliklerinin durumunu yazmak bir anlam ifade etmiyor ve bu konu seçimi hatalı. Anlamsız daha doğrusu. Zira, gücün yansımasıyla ilgili bir konuyu gücün kendisiyle ilgili imiş gibi merkeze almış oluyorum. Samimiyetsiz ve yanıltıcı olur. Caydım. Bu konuda yazmayacağım.

Doğrudan gücün gözlerine bakayım öyleyse. “Bize 400 milletvekili verin” diyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın tarafsızlık yeminini bozması ve Anayasa’nın 101. maddesini ihlali konusunu yazsam. Banal mi? İhlal ediyorsa ediyor. Yazmaya başlasam, konu “Anayasa’yı ihlal suçu”na gelecek. Cebir kullanmadan o suçun oluşamayacağını, Anayasa’yı ihlal suçunu ucuzlaştırmanın yanlış hukuk politikası tercihi olacağını ve eğer ihlal edilemez bir Anayasa ile korunmaya çalışılan değer hukukun üstünlüğü ise o ucuzlaştırmanın bu değeri de örseleyeceğini yazacağım. “Anayasa’yı ihlal suçu”ndan dümen kırıp “Bir Cumhurbaşkanı’nın başkanlık sistemi istemesi tarafsızlığını ihlal eder mi?” sorusuna odaklansam? Yavan. “Bize 400 milletvekili verin” dendiğinde bunun başkanlık sisteminin güzelliklerini anlatmayı aşıp belli bir siyasi partiye oy toplamak olduğu belli. Çocuk mu millet? Neyini tartışayım bunun. Sıkışır kalır yazı yine. “Kime verecekseniz verin ama 400 verin” manevrasının hukuki analizini yapsam. Hukuk içeriği bulsam yaparım ama o sularda hukuk bulamam. Yazı, samimiyet arayışına saplanıp yazılamaz olur. Ben de içeriden dışarıya doğru sıkışmaya devam ederim. Yani, an itibariyle hukuk ve güç ilişkisinde denge güç tarafına doğru öylesine kaymış ve hukukun içini boşaltıcı olmuş ki, Türkiye için bu konuyu yazmanın ayıltıcı tarafları var ama aydınlatıcı veya yol gösterici bir tarafı yok. Caydım. Yazmayacağım bu konuyu da.

 

Sığ girdaplar

 

Üstelik gündemimi hep bu konuların domine etmesini de istemiyorum. Memleket idaresi öyle sarsıcı sinyallerle ilerletiliyor ki, başka derinlikleri de olan insanları kendi sığ girdabına çekiyor. Nasıl bir hızla fırıldak gibi dönüyorsa, bu sığlıkta bile herşeyi kendi merkezine çekecek girdabı yaratabiliyor. Kimse ilginç bir şey yazıp söylemez, kendi hünerlerini sergilemez, ilgilerinin ve ustalıklarının üzerine konuşup tartışmaz, kendine odaklanmaz oluyor. İlham veren, birliktelikle paylaşım yaratan, aktarıp zenginleştiren çabalar sönüp gidiyor. Cübbem benim zenginliğimken ben “cübbeni çıkar da gel” ile soyuluyorum. Herkes çıplanıyor, devletle beraber. Devlet Max Weber’in 1919’da ortaya attığı en yalın haliyle “basit devlet”e dönüşüp elde avuçta “fiziksel gücü hukukileştirme tekeli” dışında bir devlet özelliği kalmadıkça, vatandaşın da gözünün feri, ilgisi ve canlılığı, yitip gidiyor. Tek boyutlu, bol etiketli, bol yargılamalı, not vermeli, kategorize etmeli, kutucuğuna yerleştirmeli insanlar oluyoruz. Bu “basit devlet”lerden Türkiye’de tekrar tekrar defalarca kurduk biz. Kurdukça da kuruduk. En son 1 Mayıs’ta gazeteci yumruklayan emniyet genel müdür yardımcısı eliyle haykırılan “basit devlete gidiş”i durdurmamız lazım. Her an mağduriyet, çekişme ve öfke diliyle onu besleyenlerin bize reva gördüğü bu sığ girdaptan çıkmamız lazım. Bunu yapmanın, devletin basitleşmesini engellemenin, yollarından biri ifade özgürlüğünü artırmak ve ısrarla devlet işlerinde şeffaflık talep etmek. Benim de bu yazıda bu sığ girdaptan çıkmam lazım. Bu yüzden, zaten çok vurguladığım bir konu olmasına rağmen, belki de yine bu konuda yazmalıyım. Bir bakalım.

 

İfade özgürlüğü ve baskı algısı

 

Bir genç meslekdaşımız Sayın Cumhurbaşkanı ile ilgili olarak kurduğu cümleler veya kullandığı kelimeler sebebiyle sekiz gün tutuklu kaldı. Bahse konu suç zaten Anayasa’da himaye edilen ifade özgürlüğü ile bağdaşmadığı ve her durumda niteliği itibariyle bu suçtan tutukluluk da olamaması gerektiği halde. Türkiye Barolar Birliği derhal tüm gücüyle devreye girip canla başla çalıştığı ve üstün gayret gösterdiği halde bizzat yargı mensubu olan kişilerin hukuksuz tutumları sebebiyle avukat kişi söylediği bir şey yüzünden sekiz gün tutuklu kalıyorsa, sade vatandaş yutkunmadan konuşabilir mi? Bir köşe yazarı yazdığı bir cümle yüzünden devletin en tepesince “terbiyesiz” ilan ediliyorsa, sade vatandaş yazdığından ve söylediğinden tedirgin olmadığı bir ortamda düşünce üretebilir mi? Kendi beyanlarında ifade özgürlüğü en üst seviyede olan Sayın Cumhurbaşkanı’nın sade vatandaşla muhatap olduğu durumlarda gücünün farkında olarak özel bir özen borcuna uygun davranması ve kamusal gücü olmayan muhataplarına zarar vermeme –onları boğmama- yükümlülüğüyle davranması gerekmez mi? İş ve sanayi dünyasının en önemli birliği TÜSİAD’ın Başkanı “enflasyonda katılık var ve bu da yatırım ortamını olumsuz etkiliyor” deyince defalarca ve şahsi cepheler de açılarak Sayın Cumhurbaşkanı’nın hedefi halini alıyorsa, halk kendi meselelerini tartışmaya iştahlanabilir mi? Siyaset oyununda TÜSİAD’a saldırmak bilgisayar oyununda bonus toplamak kadar otomatik bir harekete dönüştüyse ve herhangi bir TÜSİAD Başkanı hangi konuda ne derse desin radarda yanıp söndüğü anda üzerine ateş açılacak hedefe dönüştürüldüyse, herhangi bir iş adamı yahut sanayici önemli bulduğu meselelerle ilgili ses çıkartabilir mi? Üstelik, gelişmelerden haberi de olmazsa, ifade özgürlüğünü doğru ve anlamlı biçimde kullanabilir mi? İfade özgürlüğü olmayan, baskıyı ve baskıcıyı bilir. Haber alma özgürlüğü olmayan, bundan haberdar bile olmaz. Basın özgürlüğü yönünden koşar adım geri gidilen bir ülkede, ifade özgürlüğünün durumundan bağımsız olarak, ifadenin içinin boşalması engellenebilir mi? Bu yazıyı ve bunun gibileri okuyan çok sayıda insan bir yandan yazının yazarına “gurur duyuyoruz” ve “bravo kapitan” deyip bir yandan da “Allah sonunu hayırlı etsin” diye düşünerek bir adım geri çekiliyorsa, bu düşünce ve ifade ikliminde yenilikçilik ve refah yeşertilebilir mi? Niyetim köyün ifade özgürlüğü delisi olmak değil. Bu konunun önemini epey vurgulamışlığım var. Kendimi tekrar etmemeliyim. Belki bu sebeple bu sefer başka konu bulmalıyım kendime.

 

İki eksi sadece matematikte artı edebilir

 

Örneğin, yakınlarda Twitter hesabımda 450’yi aşkın retweet aldığı için dikkatimi çeken bir Tweet’in konusuna, iki eksinin bir artı etmeyeceği konusuna, eğilmeliyim belki. “Asıl Suriye’de ölenlere bakın” suretinde bugün de karşımıza çıksa, AKP döneminden evvel İnsan Hakları Bakanı Azimet Köylüoğlu’nun “siz de Kızılderili’leri öldürmüştünüz” misillemesiyle de duyulsa, değişmez Türkiye devleti töresi olan olumsuzu olumsuzla karşılama konusuna bakmalıyım. Olumsuzları mukayese ederek değer yaratılamayacağını vurgulamalıyım. Öte yandan, bunu yaparken de olumsuzlara saplanıyor olacağım. Ben de sadece bir soruna odaklanıyor olacağım. Belki nelerin sorun olduğundan sıyrılıp neye ihtiyacımız olduğundan bahsetmeliyim. Hukuku halkın hukuku haline getirmemiz için, insanların kolektif sevgi bağı ile hukuku beslememiz, hukuku insanlar gözünde bağımsız bir değer haline getirmemiz lazım. Barajlardan kurtulup temsili demokrasiyi ayıplarından kurtarmamız, oy verenlerin iradesiyle barışmamız ve partileri aşıp kişilere de bakmamız lazım. Benim “inşallah İzmir’de CHP’den Selin Sayek-Böke’nin, Mardin’de HDP’den Mithat Sancar’ın, Kars’ta AKP’den Mehmet Uçum’un yüzü güler”, dememin garip olmadığı bir temsili demokrasi yapılanmasına gitmemiz, kıymetli insanın parti disiplini altında ezilmediği ve o güne kadarki doğrularını kendi kalitesiyle meclis çatısı altında yaşayabildiği bir sistem kurmamız lazım. İyi tanıdığım, düşüncelerini, donanımını ve kalitesini iyi bildiğim insanları kaygısız destekleyip etiketlenmeden bu desteğimi coşkuyla yaşayabilmeliyim. İhtiyaçlardan bahsedeceksek; beraber içip söylemeye, kendimizi bu kadar ciddiye almamaya, devletin çatık kaşına ortak olmamaya, renklere, müziğe, sanata, kol kola sokaklarda olmaya, değişik olana ve sıcak kucaklaşmalara ihtiyacımız var.  Evet ama bunların ailede başlaması ve okulda sürmesi lazım. Gidip “herşeyin başı eğitim” çağlayanına mı atlayayım yani? Doğru olduğu kadar da bitirici bu cümleyle dans etmesem olmaz mı? Dört çarpı dört çarpı dört harabelerinde gezintiye çıkmak isteyenin hakikaten tur rehberine ihtiyacı var mı? Kaldı ki, öncesinde aile içi ve okuldaki eğitim çok mu iyiymiş yani? Sanata, renklere, hoşgörüye, tartışmaya, kritik düşünmeye ve birlikte üretmeye mi çağırıyormuş? Caydım ben bu konudan. Konu düşünürken sayfalar aktı. Yazı oldu.

Şunları anladım bu yazının sonunda: Beni içeriden dışarıya doğru sıkıştıran, yazı yazma isteğim değilmiş. Birbirinin üstüne devrilen ve tamamı aslında Türkiye’deki güç dinamikleriyle ilgili olan konular yumağının eğitim çekirdeğinden dışarıya doğru genişleyen sığ ama istikrarlı ve sık dalgaları içeriden dışarıya doğru sıkıştırmış beni. Bir de, beyaz sayfa açtığımı zannetmem şuursuzlukmuş. Sayfa dolu açıldığından yazamadım yazıyı. Yazı kendini yazmış.

 

Beyaz sayfa

 

Bir ay sonra genel seçim var. Nasıl bir ülke istediğimizi seçeceğiz ve belki denk önemde olmak üzere nasıl bir ülke istemediğimizi sinyalleyeceğiz. Bilgisayarda açılamayan beyaz sayfa sandıkta açılır. Bunun kime oy verildiğiyle ve sonucun ne olduğuyla ilgisi yok. O sonuç ne olursa olsun sonuca saygı duyulmasıyla ve kendi seçimlerinin sorumluluğunu taze doğurmuş halkların yepyeni bir enerji bulmasıyla ilgisi var. İktidara “devam et, memnunum” deniliyorsa bundan da öğrenilecek şey var, “yordun kırdın beni” deniliyorsa da. Demokrasiyi coşkun bir biçimde günlük hayatta da yaşamak yerine gittikçe sığ ve sandığa hapis yaşadığımız şu dönemde, sandığa hem seçim günü hem de sonuçları itibariyle sahip çıkmaktan, yani beyaz sayfamıza sahip çıkmaktan, daha önemli bir kazanım ve erdem olmadığı görülüyor. Kardeşliğe, kucaklaşmaya, birbirini tanımaya, hiçbir kesimi dışlamadan tüm memleketi bağlantılandırmaya ve çoğunluklara huzur verdiği kadar azınlıkların da gözüne ışık getirmeye vesile olacak bir genel seçim ümidiyle…

Yazarın Diğer Yazıları

Baskı arttıkça cesaretin ve iyimserliğin artması hakkında Kanun Hükmünde Kararname

Baskının yoğun olduğu toplumlarda, toplumun genel olarak eksikliğini çekmesi muhtemel olan unsur, cesaretten ziyade iyimserliktir

Türkiye’den el çektirmek

Demokrasi, kendi verdiğimiz tankların işgalini engellemek için onların önüne yatabilme özgürlüğü müdür?

Anayasa nedir, ne değildir? Başkanlık Sistemi neye yarar? 'Türk Tipi' ne değildir?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu anda Türkiye’de yapmak isteyip de yapamadığı ne vardır?