24 Ekim 2015

Yargı sisteminin görünmeyen yüzü: Hukuk yargısı

İcra İflas Kanunu uygulamasındaki hata, ancak bu işi yapan tarafından bilinebiliyor

Yargı sistemiyle ilgili sorunlarla genelde delilsiz mahkemeler, haksız tutuklamalar veya keyfi gözaltılar bağlamında karşılaşıyoruz. Yargıyla yüzleşmelerimiz hep ceza hukuku kapsamında olmuşsa, garabetin diğer taraflarının bize uzak kalması normal.

Kimi teknik alanlardaki gariplikler, ancak adliye koridorlarında veya emsal karar araştırmalarında ortaya çıkıyor. Örneğin İcra İflas Kanunu uygulamasındaki hata, ancak bu işi yapan tarafından bilinebiliyor.

Kararların gerekçesiz olmasını hep ceza hukuku bağlamında duyuyoruz. Ama özel hukukun, yani hukuk yargısının kararları da en az o kadar gerekçesiz olabiliyor.

İşte bu yazı, tam da İcra İflas Kanunu üzere, yargıdaki “görünmeyen” gariplikleri ortaya döken bir Anayasa Mahkemesi kararıyla ilgili. Bu aynı zamanda kararların gerekçeli olması gerektiğini bu kez hukuk mahkemeleri açısından incelemiş olan bir karar.

Biraz uzun, teknik ve sıkıcı bir yazı olacak ama yine de not olarak bir kenarda dursun. Hiç olmazsa öğrencilere bir “pratik çalışma” sunmuş olalım.

Bunun için öncelikle, gelen hacizlerden bildiğimiz icra hukukunu birkaç paragrafla özet geçmeliyiz.

İki temel tür takip var. Biri “ilamsız takip.” Bu takip için bir mahkeme kararı, hatta hiçbir belge dahi gerekmiyor. Şu an herhangi biri benim hakkımda “bana şu kadar borcu var” diye icra takibi başlatabilir.

İşte bu durumda, benim önümde üç yol vardır. Birincisi, elbette, hiç itiraz etmeyip borcumu ödemek. İkincisi, “itiraz” mekanizması. Üç, “şikayet” prosedürü.

İtiraz, icra dairesine gidip “borcum yoktur, itiraz ediyorum” demekten ibarettir. Nasıl ki takip açmak için ispata gerek yoksa, itiraz etmek için de ispata gerek yoktur. Bunun üzerine alacaklının “itirazın iptali” davası açması ve alacaklı olduğunu artık mahkemede ispatlaması gerekir.

Şikayet ise daha çok “teknik” sorunlarla ilgilidir. Borcun var olup olmadığını değil, icra takibinde şekli koşullara uyulup uyulmadığını konu eder.

İtirazla şikayeti ayıran diğer bir fark, sırf işi uzatmak için itiraz edip takibi durduran kişinin, “icra inkar tazminatı” ödemek zorunda kalmasıdır.

Son olarak, itirazla ilgili dava “genel mahkemelerde” görülürken, şikayetle ilgili dava “icra mahkemelerinde” görülür. Çünkü davanın konusu itirazda borcun kendisi, şikayette ise şekil hatalarıdır.

İcra takibinin diğer temel türü “ilamlı takip.” Bu takipte bir ilamı, yani mahkeme kararını icraya koyuyorsunuz. Yani diyelim ki birine 10 bin liralık tazminat davası açtınız, kazandınız, işte mahkemenin “10 bin lira ödenmesine” dair kararını icraya koymuş oluyorsunuz.

Ortada bir mahkeme kararı olduğu için, doğal olarak takibe “itiraz” da edilemiyor. Ancak “şikayet” mümkün. Yani ancak, ilamın icraya konmasında bir “yordam hatası” öne sürülebilir. Alacak miktarının veya o miktarı gösteren kararın tartışılacak bir yanı artık kalmamıştır.

(Bu yarım sayfalık özet yüzünden dönem uzatmış olmam da ayrı bir hoşluk. Gerçi diğer dönemi uzatma sebebim daha da ilginç: “İnsan hakları hukuku.”)

Bütün bu giriş, Anayasa Mahkemesi’nin 23 Ekim Cuma günü yayınlanan 2013/1876 numaralı bireysel başvuru kararından söz edebilmek için.

Karara esas olay, işe iade davasıyla ilgili. Bir taşeron işçisi, çalıştığı hastanede artık başka bir taşeronla çalışılacağı için işten çıkarılıyor. İşe iade davası açıyor fakat davayı kaybediyor. Yargıtay ise mahkeme kararını bozup, işten çıkarılmanın haksız olduğuna ve bu işçinin işe iadesine kesin olarak karar veriyor.

Burada sözü uzatmak pahasına şunu da ekleyelim, Yargıtay’ın yerel mahkeme yerine geçip esastan karar vermesi bu davalarda görülen yasal bir istisnadır. Başka davalarda, Yargıtay kararı bozup yerel mahkemeye geri gönderir.

Hal böyle olunca, davacının avukatı için yasal bir “avukatlık ücreti” çıkıyor. Yapılması gereken, davacının davalıya bu avukatlık ücreti için bir “ilamlı icra” takibi başlatması. Çünkü bu, mahkeme kararıyla belirlenmiş bir ücret. Nitekim davacı da tam olarak bunu yapıp, davalı aleyhine takip başlatıyor.

Davalı, kalkıp bu ilamın icrası emrinin aleyhine şikayette bulunuyor.

Bu şikayet, icra mahkemesi yerine her nedense iş mahkemesine gidiyor. İş mahkemesi de “bu benim alanım değil” demek şöyle dursun, icra takibinin şekli değil “esası” hakkında karar veriyor.

Kararında da, sanki bu bir “şikayet” değilmiş gibi, “…itirazın iptali talebi haklı olduğu ve yapılan takibin haksız olduğu…” gibi bir gerekçe kullanıyor. Ama kavramlar öyle karışmış ki, gerekçesinde “itirazın iptali” denen kararın hüküm kısmında “icra emrinin iptaline” deniyor. Ki bu hüküm kalıbı ancak ilamlı icraların şikayet yargılamalarında kullanılır.

Takibin kendisi haksızsa, icra emri değil, yine takibin kendisi iptal edilir.

Fakat  “ilamın icrasının emri” varsa takibin haksızlığı zaten sözkonusu olamaz.

Çünkü o miktar artık bir mahkeme kararıdır, iptal de edilemez.

Yani her şey birbirine girmiş durumda.

Üstelik yine itiraza özgü olan “icra inkar tazminatına” da hükmedilmiş. Salt bunlara bakarak, kararını İcra İflas Kanunu’na göre veren hakimin, bu kanunu pek merak etmediğini düşünmekte gayet haklıyız.

Mahkemenin kararı, Yargıtay’ın temyiz sınırının altında bir değeri olduğu için temyiz edilemiyor. Takibi iptal edilen kişi de Anayasa Mahkemesi’ne gidip, tarafsız mahkemede yargılanmak ve gerekçeli karar haklarının ihlalinin tespitini istemiş.

Anayasa Mahkemesi, yerel mahkemenin tarafsız olmadığını gösteren bir delil bulunmadığından, bu konudaki talebi red, gerekçeli karar konusundaki talebi kabul etmiş.

Gerekçelerin bir veçhesi malum, “Mahkeme, gerekçeli kararında davayı itirazın iptali davası olarak nitelendirmiş, 1 numaralı hüküm fıkrasında davayı şikayet davası gibi sonuçlandırmış, 2 numaralı hüküm fıkrasında da alacaklı aleyhine inkar tazminatına hükmetmiştir.”

Diğeri ise muazzam bir emsal.

“İlke olarak mahkeme kararlarının gerekçeli olması, adil yargılanma hakkının bir gereğidir. Derece mahkemeleri, dava konusu maddi olay ve olguların kanıtlanmasını, delillerin değerlendirilmesini, hukuk kurallarının yorumlanması ve uygulanmasını, uyuşmazlıkla ilgili vardığı sonucu, sonuca varılmasında kullandığı takdir yetkisinin sebeplerini makul bir şekilde gerekçelendirmek zorundadır. … Başvurucunun ayrı ve açık bir yanıt verilmesini gerektiren usûl veya esasa dair iddialarının cevapsız bırakılmış olması bir hak ihlaline neden olacaktır.”

Aslında pek çok güzel şey bu Anayasa’yla, bu hukuk sistemiyle bile mümkün. Uygulamada neden imkansız olduğu ise, kendisine herkesin sorması gereken bir soru.

Mesela işe kanunları okumadan karar vermeyerek başlanabilir.


@goksungokce 

Yazarın Diğer Yazıları

Avukatların mesleki kuşak çatışması

Yargının, hukukun ve mesleğin geldiği halden genci yaşlısı bütün avukatlar şikayetçi. Her baro seçim döneminde de aynı şey oluyor; "üstatlar" sorumluluğu gençlerin ilgisizliğinde, gençlerse "üstatların" bu düzeni aslen kendilerinin var etmiş olmasında buluyor

Hayvanları Koruma Kanunu neye çare oluyor ki?

Devletin kurumlarından ve kendi seçtiğimiz belediye başkanlarından bile görmediğimiz feraseti, yalnızca hayatta kalmaya çalışan hayvandan bekleyebilir miyiz, kabahati hayvanda bulunca sorun çözülmüş olacak mı? 

Danıştay’ın gerekçesi: “Başkan ne derse o olur"

Çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz