28 Ekim 2014

İstanbul Barosu muhalifleri

Muhalefet iktidardan çok daha serbest bir alandır, iktidarın bir yaptığına karşılık siz bin söyleyebilirsiniz. Bu yüzden de yaratıcı ve eğlencelidir

Baro seçimlerinin neden önemli olduğunu ve İstanbul Barosu genel kurulundaki Kocasakal performansını konuşmuştuk. Şimdi, iğneyi kendimize batırma vakti.

Muhalefet iktidardan çok daha serbest bir alandır, iktidarın bir yaptığına karşılık siz bin söyleyebilirsiniz. Bu yüzden de yaratıcı ve eğlencelidir.

En zor tarafı ise, çok yönlü çaba zorunluluğudur. Hem özünüzü kaybetmeden bir arada durabilmeye, bu var oluş şeklinizi ise hem topluma hem de oy isteyeceğiniz seçmene aktarabilmeye çalışırsınız.

Bunların üçü de birbirinden merdane sorunlar. Fakat en çetini, özünü kaybetmeden bir arada durabilmek.

Muhalefet, yapısı gereği, yekpare kurumlara uygun bir saha değil. Çünkü bu bir mücadele meselesi, kimliğiniz de mücadelede neyi öne almak istediğinizle belirleniyor. Yani o yüzden muhalefetten bir arada olmasını beklemek, balıktan kavağa çıkmasını istemek gibi bir şey. Aslında o da denendi, 2012 seçimlerinde üç muhalif grup ittifak yapıp tek liste çıkardı. Fakat o ittifakın süreci de sonucu da, apayrı hayal kırıklıklarıyla doludur.

Hiyerarşik örgütlenmelere karşı olan anarşizmin bile onlarca ayrımı var, gönül rahatlığıyla anarşistim bile diyemiyoruz. Neresinden diye soruyorlar.

Peki daha kendisi bir arada duramayan muhalefet, yüzde 66’ya karşı nasıl duracak?

İstanbul Barosu’nun geçmişinde belirgin bir Çağdaş Avukatlar Grubu (ÇAG) etkisi olduğu yadsınamaz. ÇAG, baronun “hukuk kurumu” olmakla üstlendiği sosyal misyonunun takipçisi olan; adalet adına çok önemli işler yapmış meslektaşlarımızın bulunduğu veya bulunmuş olduğu bir gruptur.

Bu seçimde ise en az oyu ÇAG aldı. Zira her nedense, kendilerinden sürekli birileri kopup gitmekte.

ÇAG’dan ilk önce, daimi iktidar grubumuz olan Önce İlke ayrıldı. Bu ayrılma sürecinde ben hukuk fakültesinde bile yoktum, ama anladığım kadarıyla temel sebep Önce İlke’cilerin kendilerinden önde giden milli duygularıydı.

2008 seçimlerde ise, bu sefer yine ÇAG’dan ayrılmış olan KAV sahaya çıktı. Bunun sebebi de, yine yoktum ama anladığım kadarıyla yöntem ve mevcut yöntemin doğurduğu olumsuz sonuçlar meselesiydi. 2010’da Özgürlükçü Hukukçular Platformu oluştu. Bu da mücadele anlayış veya ekseninin farklı olmasına dayanıyordu diye düşünüyorum. Son olarak bu seçimlerde, hem ÇAG’dan hem de diğer gruplardan arkadaşların birlikte oluşturdukları Özgürlükçü Demokrat Avukatlar ile tanıştık.

ÇAG’ın neden bu kadar kopulan bir yer olduğunun analizini yapmak harcım değil, kopuşların hiçbirinde yoktum. Ama zaten, bunu düşünmek direkt olarak ÇAG’ın kendisine düşmez mi? “Bu baronun muhalifi biziz ve siz bizden koparak muhalefeti bölmüş oluyorsunuz” diyerek mi yapılır bu analiz?

Kaldı ki, genel kurul divanına ÇAG’dan giden meslektaşımız öyle bir divan başkan yardımcılığı yürüttü ki, insan gerçekten hayret ediyor.

Çok güzel ve coşturucu bir konuşma yapan ve yine ÇAG’ın listesinde olan Can Atalay’a, konuşma süresini aştığı için kürsüye giderek müdahale etmeler, hatta Atalay’ın divandan kınama alması… Aidat önergesi oylamasında yakın sayıda görünen evet-hayır’lar sayılmadan direkt olarak “kabul edilmiştir” kararı açıklanması. İtirazlar üzerine ise sayılmaya başlanması ama salonun bir kısmının dikkate alınmaması… Yine itiraz üzerine tekrar sayıma geçilmesi, ama bu kez de el değil kimlik kaldırmamızın istenmesi – sahtecilik yapmayalım diye. Hatta divanın önergede oy kullanması, “Divan burada oy kullanamaz” denince de “Neden, yarın seçimlerde oy vermeyecek miyiz?” gibi akla seza bir cevabın verilebilmesi… İnanılır gibi değildi.

Yerinden konuşan bir meslektaşın, yine divan başkan yardımcısı tarafından azarlanması… (Kendisi azarlama kastının olmadığını söyledi ama olan olmuştu.)

Aidatlara ilişkin biri Önce İlke’ye ait üç ayrı önerge varken, bunların üçünü de Ümit Kocasakal’ın açıklamasına karar verilmesi…

Neyse ki, Kocasakal bu önergeleri açıklamak için kürsüye çıktığında ÖDAV çok dirayetli bir protesto başlattı da kürsüden geri indi kendisi.

Bu arada ÖDAV demişken, Divan’ın oylamadaki “kimlikleri görelim” hareketine karşılık, ÖDAV adına konuşma yapan Fırat Epözdemir’in kürsüye geçmeden önce Divan’a kimliğini göstermesi çok şık bir protestoydu. Konuşması da zaten başlı başına takdire değer bir metindi, ama şunu özellikle burada (aklımda kaldığınca) anmak isterim: “Zulme uğrayan Türkmenleri anlatıyorsunuz, haklısınız. Oradaki tüm halklar zulme uğruyor. Peki siz Kuzey Irak’taki Türkmenlere kimin yardım ettiğini sanıyorsunuz?”

Bu kadar sözden sonra, muhalif gruplar elbette kendini sorgulamalı. Ama hem üye hem de oy kaybının en çok ÇAG’da yaşanmış olmasının da ayrı bir anlamı olmalı.

Birincinin %66 aldığı yerde ikincinin %13, üçüncünün %9 alması, gerçekten oturup düşünülmesi gereken bir şey. Bu oy farkı ancak iki şeyin göstergesi olabilir. Ya başkan ve ekibinin her bir üyesi, baroyu gerçekten muazzam yönetebilecek insanlardır ve biz muhalifler kıymet bilmiyoruzdur. Ya da, başka bir seçimin bir türlü düşmeyen yüzde 50’sinden yakınırken kendi halimize hiç bakmıyoruzdur. Bu ikinci ihtimali, yüzde 66’yla övünen kesimin dikkatine özellikle sunarım.

Yaşadığımız dünyanın temsili demokrasi şeklinde, bir seçmenin cumartesi günü gelip bütün konuşmaları dinleyerek karar vermesi veya mevcut kararını değiştirmesi ne kadar mümkün? Böyle bir gerçeklik yaşamıyoruz, genel kurulu dinleyenlerin belki de hepsi zaten kendi gruplarını desteklemek için orada oluyor.

İşte biz kendimizi o genel kurulun dışındaki avukat kamuoyunun neresinde konumlayacağız?

Toplumsal duyarlılık bizi genel kamuoyunda bir yere taşır ve bu çok kıymetlidir. Fakat takip ettiğimiz, müdahil olduğumuz veya bir ucundan yakınında bulunduğumuz davalarda zaten biz bizeyiz.

Seçim ise, sadece genel kurul veya toplumsal duyarlılık meselesi değil.

Ruhsatını başkanın elinden ve ona hayran olarak almış genç arkadaşını, nasıl ikna edeceksin? Sadece seçimden seçime hatırlandığını düşünen meslektaşını aslında hiç unutmadığını nasıl anlatacaksın?

Programında vadettiğin vizyonu, iki genel kurul arasındaki süre içinde fiilen göstererek. Yönetimin olmadığı yerde olarak ve söylemediğini söyleyerek. İdari başvuru yollarında ısrar ederek.

Bırak o ne derse desin, ister cevap ver ister verme, buna mecbur değilsin. Hatta önce sen demiş ol, bırak yönetim sana cevap versin. İşçi avukatlık tip sözleşmesinin yürütmesinin durdurulmasını bir mazeretmiş gibi öne süren yönetimin, nesini bekleyeceksin? Sigortasız işçi çalıştırma yasağının yürütmesi de durmadı ya sayın başkan, siz neden bahsediyorsunuz?

İşin ironik tarafı, bir sürü hamle ancak iktidarda olmanın sağlayacağı nüfuz ve maddi kaynakla mümkün. Yani icraat rahatlığı ancak iktidarın kullanabileceği bir şey ama o rahatlık olmadan iktidarın kendisi de kullanılamıyor.

İşte tam da bu yüzden, tebdil-i iktidarda ferahlık vardır.

@goksungokce

 

Yazarın Diğer Yazıları

Avukatların mesleki kuşak çatışması

Yargının, hukukun ve mesleğin geldiği halden genci yaşlısı bütün avukatlar şikayetçi. Her baro seçim döneminde de aynı şey oluyor; "üstatlar" sorumluluğu gençlerin ilgisizliğinde, gençlerse "üstatların" bu düzeni aslen kendilerinin var etmiş olmasında buluyor

Hayvanları Koruma Kanunu neye çare oluyor ki?

Devletin kurumlarından ve kendi seçtiğimiz belediye başkanlarından bile görmediğimiz feraseti, yalnızca hayatta kalmaya çalışan hayvandan bekleyebilir miyiz, kabahati hayvanda bulunca sorun çözülmüş olacak mı? 

Danıştay’ın gerekçesi: “Başkan ne derse o olur"

Çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz