22 Ekim 2014

İstanbul Barosu Cumhuriyeti Devleti

Adliyedeki baro odalarından bahseden bir başkan, Kartal Adliyesi’nde bırakın baro odasını, cübbe bulacak yer dahi olmadığını bilmiyor olsa gerektir

Geçtiğimiz haftasonu, İstanbul Barosu’nun olağan genel kurulu yapıldı. Cumartesi günü adayların, grup temsilcilerinin ve söz almak isteyen diğer meslektaşların konuşmalarını dinledik. Pazar günü ise oylama yapıldı ve Ümit Kocasakal, üçüncü defa başkanlığa seçildi. Üstelik oyunu artırıp, yüzde 67’ye ulaşarak.

Bu sonucun benzerlik kurdurduğu gerçekleri birazdan düşüneceğiz, ama önce baro seçimlerinin artık neden daha önemli olduğunu hatırlayalım. Adalet Bakanlığı ve HSYK’nın, tarafsızlık konusuyla pek alakası kalmadığından. Savunma ve hukuk adına bir şeyler yapılacaksa, bunu yapmak için barolardan başka cephe pek görünmüyor.

İstanbul Barosu’nun tarihi, tüm konuşmalarda 2002 öncesi ve sonrası olarak ayrılır. Mevcut iktidarın başladığı 2002 genel kurulu, hep bir milat olarak anılır. Ben o sene üniversiteye yeni başlamıştım, baroyu 2007 yılında başlayan stajyerliğimden; genel kurulları ise ruhsatımı aldığım 2008’den beri takip ediyorum. Fakat görülen o ki, 2008’den beri her genel kurulda bir yenilik deneyen (ve içinde benim de bulunduğum) muhalefetin, baroyu ve elbette baro üzerinden toplumu yeniden okuması lazım.

Bu seçime giren beş grup vardı ama aday sayısı konusu biraz karışık. Çünkü Özgürlükçü Demokrat Avukatlar, eşbaşkanlık sistemi öngördü. Yani aslında birinden iki aday olmak üzere, beş gruptan altı aday çıktı. Ama mevcut sistem buna izin vermediği için, pusulaya “başkan adayı” olarak bunlardan biri yazıldı, diğeri yönetim listesinde göründü. Yeri gelmişken hemen not edelim, İmrek ve Kanar’ın başkan adayları için öngörülen süreyi ikiye bölerek konuşma talepleri reddedildi. Bu sebeple biri başkan adayı olarak on dakika, diğeri ise grup konuşmacısı olarak beş dakika konuştu. Süreyi bölme talebinin neden reddedildiğini anlamak ise kolay görünmüyor.

Adaylardan biri, malum, Önce İlke Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan (Önce İlke) Ümit Kocasakal. Diğerleri ise Çağdaş Avukatlar Grubu’ndan (ÇAG) Ayhan Erdoğan, İstanbul Milliyetçi Avukatlar Grubu’ndan (İMAG) Ali Rıza Kaplan, Hukukun Üstünlüğü Platformu’ndan (HÜP) Abdullah Arar, Özgürlükçü Demokrat Avukatlar’dan (ÖDAV) ise eşbaşkan adayları Yıldız İmrek ve Ercan Kanar.

HÜP diye kısaltılabilecek grup, AKP’nin barodaki örgütlenmesi olarak anılıyor. Seçimlere bu isimle ilk defa 2008’de girdiler. İstanbul Barosu’nda bu yapının kazanması şimdilik halen zor, ama sonraki iki seçimde de oylarını arttırdılar. Fakat bu sene artmadı, acaba sebebi tabanda yaşanan paralel olan ve olmayanlar ayrımı mıydı? Eğer böyle olmasaydı, HÜP grubu barodaki yürüyüşünü istikrarlı bir şekilde devam ettirebilir miydi? Neden olmasın?

Nitekim mevcut başkan bu noktayı gayet iyi gördüğünden, öncesini bilmiyorum ama, 2008’den beri kendine hedef olarak bu grubu seçiyor. “Bana oy vermezseniz olacaklara hazırlanın!” temelli konuşmalar dinliyoruz. Korkutma ve hassasiyetler üzerinden yürütülen bir politikanın parçası olmak bence çok onur kırıcı bir şey, ama başkan ve grubu böyle düşünmüyor belli ki.

Milliyetçiler ise ayrı bir grup olarak seçimlere ilk kez girdi. İstanbul Barosu Genel Kurulu, benim gördüğüm kadarıyla ilk defa milliyetçi hareketin marşlarının söylendiği ve kurt işaretiyle slogan atılan bir yer oldu. Hayırlısı olsun.

Aldıkları oy düşüktü, ama bunun çok mantıklı bir açıklaması var. Mevcut yönetimle İMAG arasında çok fark yok ki zaten. Bunu genel kurulda İMAG adına konuşan meslektaş da açık açık söyledi ve bence çok da yerinde bir ifadeydi: “Şu anki yönetimin aslında bizden bir farkı yok, onlar da milliyetçidir.”

Ümit Kocasakal hakkında söylenecek çok fazla şey yok. Geçmiş kurullardaki konuşmalarını bilenler rahat olsun, pek bir şey kaçırmadılar. Aynı ifadeler, aynı şeyler. Ama biraz daha, düşmanlık beslediği AKP üslubuna yakın bir söylemle.

“Her eleştiriyi not aldık, dikkate de alacağız” dedikten sonra, “Ben ulusalcıyım, ben böyleyim, böyle olmaya da devam edeceğim!” diyerek,

“Her hak ihlalinde biz vardık, komisyonlar kurduk, merkezlerimizle çalıştık, biz her yerdeyiz” deyip, tam olarak nerelerde olduklarına dair somut örnek dahi veremeyerek,

HÜP’ün baro yönetiminin düşmesi gerektiği yönündeki çabalarına sürekli “darbe girişimi” diyerek (Ki HÜP’ün o çabası gerçekten de mahçup olunması gereken bir şey ama konu bu değil).

Her konuşmasında sürekli birilerinden korkutup, bol bol "müsaade etmeyiz"li ve "kimse kusura bakmasın"lı cümleler kurarak...

Başkan acaba kime benziyor? Etrafında bunu ona söyleyen hiç mi kimse yok?

Başkanın konuşmasının en rahatsız eden taraflarından biri de, gözümüzün içine baka baka, Gezi’yi sahiplenmeye çalışması oldu. Yapmayın başkan, şurada kaç kişiyiz, birbirimizi biliyoruz… Kriz masasını bile on gün sonra kurdunuz, hatta konuşmalarda da söylendi, “Biz bu topa girmeyiz” diyen bir yönetimin başındasınız, yapmayın rica ederim. Gezi’yi anmanın düşmeyeceği birkaç kişiden biri olduğunuzu lütfen kendinize hatırlatın.

Biz de kendimize şunu hatırlatalım, adliyeden cübbelerimizden sürüklenerek çıkarıldığımız, buna ilişkin protestomuzu dahi adliyenin içinde yapamadığımız ve sizin bunu canlı bir gündem olarak dahi tutamadığınız günleri yönetiminiz döneminde yaşadık. Sayın Başkan başka hiçbir şeye gerek yok, ne adliyeyi bilmeyen biri oluşunuz, ne de kendine “ulusalcı” diyen ama örneğin Kobanê konusunda kendini açıkça belli eden uç-faşizan tutumunuz... Tek başına bu bile sizin iktidarınızı sorgulamaya yeterlidir.

Adliyedeki baro odalarından bahseden bir başkan, Kartal Adliyesi’nde bırakın baro odasını, cübbe bulacak yer dahi olmadığını bilmiyor olsa gerektir. Bilmesine rağmen hâlâ bahsedebiliyorsa da, orada bambaşka bir sorun var demektir.

Kobanê konusunu da özetleyelim, yönetim bir açıklama yayınlayarak Kobanê (açıklamada geçen haliyle Ayn-el Arap) protestolarını adeta terör eylemi; sokağa çağıranları da terör destekçisi ilan etti.

Diğer konuşmacılar da söyledi zaten, Ayn-el Arab ya da Kobanê, ismi ne olursa olsun, orada bir katliam var. Katliama duyarsız kalmamız nasıl bekleniyor, bunun hiçbir yerini anlamak mümkün değil.

Sayın Başkan, kusura bakmazsanız (ya da baksanız dahi) buna elbette sesimi çıkaracağım. Oraya bir siyasi partinin çağrısıyla gitmedim, buna ihtiyacım yoktu ama gidebilirdim. Çünkü her insan, teker teker her bir insan, her bir grup, savaşa hayır demekle her şeyden önce vicdanen yükümlüdür. Keşke, terör destekçisi olmakla itham ederken ne kadar abesle iştigal ettiğinizi bir an dahi düşünmediğiniz siyasi partinin yaptığı yapabilseydiniz. Keşke, baronun önünde sizin çağrınızla toplanıp yürüseydik. Çünkü hukukçuyuz, hukuk diyorum, ayırmaz diyorum, adalet evrenseldir ve herkes içindir diyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?

Aslında genel kurulun bir de “divan hadisesi” vardı ama onu yazmak, yepyeni bir 900 karakter gerektirecek. Konuyu şimdilik burada bırakalım, muhalefete bilahare dönelim.

O arada ise aklımızda şunu çevirmeye devam edelim... Tüm bunların hiçbiri, mevcut yönetimin yüzde 60’tan fazla oy almasını önleyemedi.

@goksungokce

 

Yazarın Diğer Yazıları

Avukatların mesleki kuşak çatışması

Yargının, hukukun ve mesleğin geldiği halden genci yaşlısı bütün avukatlar şikayetçi. Her baro seçim döneminde de aynı şey oluyor; "üstatlar" sorumluluğu gençlerin ilgisizliğinde, gençlerse "üstatların" bu düzeni aslen kendilerinin var etmiş olmasında buluyor

Hayvanları Koruma Kanunu neye çare oluyor ki?

Devletin kurumlarından ve kendi seçtiğimiz belediye başkanlarından bile görmediğimiz feraseti, yalnızca hayatta kalmaya çalışan hayvandan bekleyebilir miyiz, kabahati hayvanda bulunca sorun çözülmüş olacak mı? 

Danıştay’ın gerekçesi: “Başkan ne derse o olur"

Çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz