20 Ocak 2019

Kimse durumdan hoşnut değil ama herkes aklından memnun!

"Ya biz ya onlar" saçmalığı ile kalıplara dökülmüş siyasal kimlik fanatizminin çılgın karışımı içinde savrulup gidiyoruz

Fazıl Say biliyordu ki şu tarihte ülke, yakın gelecekte ortaya çıkacağından ürküntüyle şüphe edilen şeyleri olgunlaştıran kimlik çatışmalarının gittikçe yükselen gürültüsünü yaşamaktadır. Durumdan hoşnut değildi. Ama bu gürültü toplum hayatını baskı altına almış durumdayken o, kimlik çatışmasındaki kendi sembolik değerine sarılıp, onun iffetini düşünemezdi bencilce. Aklından memnun görünmek gibi bir önceliği olmadı bu yüzden.

Başlık, Anna Karenina’dan… Gerçekliği o büyük çelişkisi içinde ifşa eden muhteşem Tolstoy cümlelerinden biri bu da…

Geçen gün bir öğrencinin sınav kâğıdında denk geldim bu cümleye. Şu soruyu cevaplamaya çalışıyordu öğrenci: “ ‘Gerçeklik üzerine çekincesiz düşünen kimse kırgınlık ve ümitsizliğe sürüklenmez. Düşünmek, kırgınlık ve ümitsizlikten yücelmedir.’ Adorno’nun bu sözünü yorumlayın! (Süre: 45 dk.)”.

Yorumlarken aklına bu cümle gelmiş ve çok da güzel, tam bağlamında, yerli yerinde kullanıvermiş. Ben de notunu 100 veriverdim, doğal olarak!..

Cümle bana ülkecek içinde bulunduğumuz durumu da hatırlattı; her şeyi çok güzel özetliyor gibiydi.

Zira bizde de hiç kimse içinde bulunduğu durumdan hoşnut değil, ama herkes kendi aklından son derece memnun! Bakalım:

İstanbul Sultanbeyli’de pazarda sebze meyve alışverişini yapan yaşlı bir teyze hayat pahalılığından, geçim sıkıntısından yakınıyor. Durumdan hoşnut değil. Ama 126 ülkeden 133 tür meyve ve sebze ithal eden, bir zamanlar dünyanın en büyük ihracatçılarından biri olduğu buğdaya bugün 9,7 milyar dolar ödeyen ve 2018 yılı için enflasyonun yüzde 25, ücretlerdeki reel düşüşün de yüzde 10 olarak hesaplandığı bir ülkede, kendisinden oy isteyen belediye başkan adayına “Tayyip Erdoğan’ın adamı değilsen vermem” diyor. Aklından memnun.

Akit gazetesinin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü ve yazarı Ali Karahasanoğlu, köşesinde, Deniz Çakır’la tartışma yaşayan türbanlı genç kadınları, “İçki servisi yapılan bir kafede ne işiniz var?” diye azarlıyor. Durumdan hoşnut değil. Ama kendini “dindar muhafazakâr” olarak tanımlayanların oranının son on yılda yüzde 32’den 25’e gerilediği, kırda yaşayanların oranının yüzde 34’ten 16’ya düşerken kentte yaşayanların 24’ten 35’e, üniversitelilerin yüzde 9’dan 16’ya, sosyal medya kullananların 38’den 72’ye, pop müzik dinleyenlerin 29’dan 38’e ve nihayet makyaj yapan kadınların yüzde 17’den 30’a yükseldiği bir ülkede, “Hem tesettür hem de içkili kafe bir arada olmaz” diyor. Aklından memnun.

Bu mahallede böyle de öteki mahallede farklı mı? Değil.

Ülkenin demokrasi, ekonomi, siyaset, hukuk, eğitim ve diğer alanlarındaki bunaltıcı sorunlarından şikâyet ediyorlar. Durumdan hoşnut değiller. Ama bütün bu sorunların durdukları yerde durduğunu hatırlatıp “Bunları hallettiniz de işiniz Suriyelilere üzülmeye mi kaldı?” dedi diye, demokratlığından şüphe edilmeyecek birine derhal ırkçı ve faşist yaftası yapıştırıyorlar. Akıllarından memnunlar.

Şu rezil rüsva Palu ailesi hadisesi herkesin midesini bulandırdı, malûm. Kimse durumdan hoşnut değil. Ama ülkede aile antropolojisi çalışan ender isimlerden olduğu için kendisiyle bu konuda röportaj yapılan sosyal bilimciye, yapması gerektiği gibi, gerçeğe sadakatle “Palu ailesi dönemsel ve münferit değil, bu tip vakalar toplum içinde yaygın ve öteden beri yaşanagelmektedir” dedi diye, yani akıllarınca AKP dönemini aklamış olduğu için, işin içine röportajı yapan demokrat mı demokrat gazeteciyi de katarak, “iğrenç liberal” dediler. Akıllarından memnunlar.

“Ya biz ya onlar” fanatizmi

Ülke bu halde… O zaten başka partiden, bu bizden ama içkili kafeye gidiyor, şuradaki Suriyelilere laf ederken buradaki iktidara laf etmiyor… O dindar, bu milliyetçi, beriki ulusalcı, ötedeki liboş… “Ya biz ya onlar” saçmalığı ile kalıplara dökülmüş siyasal kimlik fanatizminin çılgın karışımı içinde savrulup gidiyoruz.

Böyle bir ortamda, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fazıl Say’ın Ankara’da Truva Sonatı konserine katıldı. Dünya için küçük, Türkiye için büyük bir olay! 

Elbette büyük. Bilindiği gibi, kendisini Fazıl Say bizzat davet etmişti. (Ne?) Erdoğan’dan “Gelebilirim” cevabı almıştı. (Olamaz!) Nihayet geçen Cuma akşamı davete icabet edildi. (Sahiden geldi!) Her şey nezaket içinde gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, eşi Emine Erdoğan ve beraberindeki bakanlarla birlikte konseri izledi. Say,Truva Sonatı’nı çaldıktan sonra Erdoğan ve bütün protokol ayakta alkışladı. (Erdoğan!? Fazıl Say’ı!? Ayakta alkışladı!?) Ardından Say, İzmir Marşı’nı da çaldı. (Erdoğan’ın karşısında!?) Erdoğan bunu da ayakta alkışladı. (Hadi canım!) Konser bittikten sonra sahneye çıktı Erdoğan, kısa bir teşekkür konuşması yaptı. “Çanakkale ve İzmir, tamam, eyvallah” dedi “ama şimdi bir de Ankara ve İstanbul lazım” diye ekledi. Yani, Ankara ve İstanbul için birer beste istedi Erdoğan. Ve Say’ı “Külliye”ye davet etti. (Eyvah! “Saray”a mı gidecek şimdi Say?) “Ankara’yı Külliye’deki operada yapalım. Diğerini de İstanbul’da Harbiye Merkez’de yapalım” dedi. (Yandaş mı oluyor bizim Say?) Eli boş gelmemişti Erdoğan, adettendir, Âşık Veysel'in Kara Toprak parçasının bulunduğu bir plak hediye etti ünlü piyanistimize. Say da, Erdoğan'a katılımı nedeniyle teşekkür etti.  Sonrasında Cumhurbaşkanı kulise de geçerek, ikili birlikte bir süre sohbet etti.
 
Hem davet, hem de icabet hamlesi önemliydi. Süreçteki bütün detaylar, sıradan ve olağan olması gereken bütün detaylar sıra dışı ve şaşırtıcı olduğu için önemliydi.

Önemliydi, çünkü bütün kritik şeylerin dün yaşandığı ve en az onun kadar kritik olanlarının yarın yaşanmak üzereymiş gibi olduğu bulanık bir antrakta denk geldi. Böyle bir anda lekelenmesinden korktuğumuz politik kimlik ve angajmanlarımız değil, dönüştürücü eylemlerimizdir önemli olan… Fazıl Say’ın davetindeki değer de tam olarak buydu. Bu da bir meseledir ülkemiz için, malûm. 

TIKLAYIN: Sıra dışı yakınlaşma ve kibirli muhalefet

Say biliyordu ki, şu tarihte ülke, yakın gelecekte ortaya çıkacağından ürküntüyle şüphe edilen şeyleri olgunlaştıran kimlik çatışmalarının gittikçe yükselen gürültüsünü yaşamaktadır. Durumdan hoşnut değildi.

Ama bu gürültü toplum hayatını baskı altına almış durumdayken, ülkenin politika konuşulan bütün mahfilleri ve kulisleri, eskiye yönelik yargılar ve gelecekle ilgili spekülasyonların fısıltılarıyla kaynıyorken, kimlik çatışmasındaki sembolik değerine sarılıp, onun iffetini düşünemezdi bencilce.

Aklından memnun görünmek gibi bir önceliği olmadı bu yüzden.

Eleştiri yapabilmek, yüzleşme gerektirir

Tolstoy’a vesile olan Adorno cümlesi, gerçekliğin insanı kırgınlık ve ümitsizliğe sürüklediği bir dönemde söylenmişti. (İnsanı kırgınlık ve ümitsizliğe sürüklemediği bir dönemi var mı dünyanın?)

Bu dönem de öyle. Bitmesini ümit ediyoruz. Sunduğu gerçeklik üzerine çekincesiz gidersek bitecektir de. Ne var ki o gerçekliğe kendi gerçekliğimiz de dâhil. Hakkında çekincesiz düşünürken kendi gerçekliğimizi de işin içine katmazsak, hoşnut olmadığımız gerçeklik bizi kırgınlık ve ümitsizliğe sürüklemeye devam eder.

Durumdan hoşnutsuz fakat aklından memnun kimseler, kimlikleri aracılığıyla kendilerine sunulmuş hakikatler üzerine düşünmeyen, onları sorgulamayan kimselerdir. Kimlikleri onları bazı edimlere yönlendiriyor, bazı eylemlere yöneltiyor. Fakat onları öznesi olarak tanıtıldıkları bütün bu deneyimlerin eleştirisini yapmaktan da uzak tutuyor.

Çünkü bu eleştiriyi yapabilmeleri için bu kimselerin birtakım sorularla yüzleşmeleri gerekiyor: Ben gerçekte neyim? Gömülü olduğum bu zaman, bu zemin neyden oluşuyor? Bu zamanda ve bu zeminde gerçekte neler yapıyorum, vb… Bu sorular ise kendileri için vazgeçilmez olarak kalması gereken hâlihazırdaki varoluşlarını zora sokmadan yanıt verebilecekleri sorular değil.

Herkes kişiliğine, kimliğine kıymet verir, vermelidir de. Ölürken geride nasıl bir isim bıraktığımız, önemli. Ama geride nasıl bir dünya bıraktığımız daha önemli.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayvan doğasıyla barışınca insan, 'insan' olacak!

İnsan türünün, insana götüren hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanı olduğuna dair bakış, insanın ne yaratılmış mükemmel bir tasarım, ne de doğa tarafından dayatılmış umutsuz bir vaka olduğunu kabul eder. İnsan "kendini yaratmış" bir varlıktır

Büyük Madenci Yürüyüşü'nün öğrettikleri

İnsan mutlak bir varlık değildir. Belki çıkarcı, belki dayanışmacı, belki bencil, belki paylaşımcıdır

Kırk yıllık tevazu

Toplumun küçük bir kesimi bir "direniş sanatı" türü olarak "şenlikli muhalefet"i sürdürmekteyken, toplumun geneli de, bu sanatın bir başka türü olarak, "kendini aldatmaya bırakmış" olabilir