16 Aralık 2018

Cehaletten başka imgesi yok artık bilginin!

Biz bibliofobik bir toplumuz galiba, okumaktan korkuyoruz

Gelmeden önce edebiyata da bakmıştım biraz ama…

Üniversite diplomasına sahip genç kadın, ağzından dökülen bu cümleyle, yarışmada bilemediği bilmem kaç bin liralık soruya üzülüyor. Soru, kısaca, Haruki Murakami’nin hangi alanda önemli bir isim olduğunu bilmekle alâkalı. Dört seçenek var: Tıp, ekonomi, fizik ve (elbette) edebiyat. Joker kullanıyor yarışmacı, yanlış şıklardan ikisi eleniyor, geriye ekonomiyle edebiyat kalıyor, ekonomi diyor ve doğal olarak kaybediyor.

Üzülüyor. “Hay allah! Gelmeden önce edebiyata da bakmıştım biraz ama…

Kim Milyoner Olmak İster? adlı bir yarışma programımız var, malûm, orada oluyor bu olay. Zaten, “Gün geçmiyor ki…” klişesiyle başlamaya öyle müsait bir durumdur ki, programın gündeme taşınmasına yol açmamış, sosyal medyada alay konusu edilmesine sebep olmamış trajik veya komik, çoğunlukla da trajikomik bir hadisenin yaşanmadığı tek bir bölümü bile yok neredeyse!..

 Çin Seddi’nin hangi ülkede olduğunu bilememek gibi…

Üniversitede uluslararası ilişkiler okuyup da Küba’nın efsanevi liderinin Castro olduğunu dört seçenek içinden ayıklayamamak gibi…

Ya da anaokulu düzeyinde bilgi gerektiren ilk sorularda elenebilmek gibi…

Sınır tanımaz “üstün cehalet”

Mesela yarışmanın bu geçtiğimiz hafta başında yayınlanan bölümü, bir yarışmacının telefon joker hakkını kullanmak için aradığı kişinin soruyu internetten bulmaya çalışırken çıkardığı klavye sesleriyle gündeme geldi. Üniversite öğrencisi olan yarışmacı, bir soruda telefon jokerini kullandı. Yarışmacının aradığı arkadaşı sorulan soruyu internetten bulmaya çalışırken çıkarttığı klavye sesi stüdyoda komik anların yaşanmasına sebep oldu. Stüdyoda klavyenin seri tuş sesleri duyulurken, joker kişi bir yandan da can havliyle yarışmacı arkadaşına “Nasıl yazılıyor? Nasıl Yazılıyor?” diye soruyordu.

(Sonunu merak edenler için: Joker 30 saniyelik sürede cevabı bulamadı ve yarışmacı bu kez “yarı yarıya” joker hakkını kullandı. Yine bilemeyince 15 bin TL ödülle yarışmadan ayrıldı.)

Toplumun bu ve benzeri bilgi yarışmalarında gösterdiği “üstün cehalet” sanırım artık kimseyi şaşırtmıyor, galiba iyiden iyiye sıradanlaştı, normal bir şey oldu sanki. Dolayısıyla, şimdi yukarıdaki bu örneğe bakıp da “Yuh olsun, nasıl bilmez!” filan diyecek halimiz yok, bilemiyorlar işte, toplum realitesi bu, yapacak bir şey yok.

Bunu geçelim… Burada asıl bu “gelmeden önce edebiyata biraz bakma” işine takılıyor insan, onu merak ediyor. Ama o da hani “Edebiyat böyle bir şey midir, edebiyatla ilgilenme biçimi böyle mi olmalıdır?” anlamında filan da değil, onu da çoktan geçtik. Sadece, basitçe, bu “gelmeden edebiyata biraz bakmak” ne demek, yani fiilen nasıl bir şey oluyor acaba?..

Bunu merak ediyor insan. Ne bileyim mesela, soru çıkabilir diye, hızlıca şöyle bir dünya edebiyatı tarihine mi bakmaktır, isimler, eserler falan? Ama buna nasıl hızlıca bakılır ki?! Zincire Vurulmuş Prometheus’tan, mesela, Fi-Çi-Pi’ye?… “Gelmeden önce biraz” nasıl mümkün olabilir ki?..

“Bibliyofobik” toplum

Cehaletin sıradanlaştığı bir yerde insan sahiden sadece somut olarak bu “gelmeden bakma” işinin nasıl bir şey olduğuna kafayı takıyor, başka bir şeye değil.

Dünyanın farklı dillerinde, çok özel durumları anlatmak için kullanılan çok özel bazı kelimeler varmış, geçenlerde bir yerlerde listelenmişti. Mesela ayurnamat gibi; değiştirilemeyen olaylar için endişelenmenin boşuna olduğunu ifade ediyormuş;  Eskimo dili olan İnuitçe’den bir kelime. Yine mesela kalsarikannit gibi… Dışarı çıkmak yerine evde yalnız oturup, iç çamaşırıyla sarhoş olana kadar içmeye deniyormuş, Fince. Sempatik, değil mi? Papua Yeni Gine’de de mokita diye bir kelime varmış, herkesin bildiği ama konuşmadığı gerçekler demekmiş. Bu da güzel bir kelime. Böyle böyle yüzlercesi…

Bunların arasında kökeni Yunanca olan bibliofobi diye bir şey de vardı, kitap okuma korkusu demekmiş. Biz bibliofobik bir toplumuz galiba, okumaktan korkuyoruz.

Uluslararası saygıdeğer bir araştırmanın reddedilemez sonuçlarına göre, günde 6-7 saat televizyon izleyen, en az üç saatini sosyal medyada geçiren, buna mukabil, okumaya sadece 1.5 (yazıyla, “bir buçuk”) dakika ayıran bir toplumun üyeleriyiz. Bu rakamlarla, en fazla televizyon izleme ve en az kitap okumada şampiyonuz.

Marx’ın güzel bir tanımı var: “İnsan, toplumsal ilişkiler toplamıdır” der. Çin Seddi’nin yerini bilmeyen, edebiyata “gelmeden şöyle bir bakan” yarışmacı, bu toplumun günde “bir buçuk dakika" ile ürettiği insan vasatıdır, onu temsil eder.

Ama tek başına değil. “Dünya düzdür, yuvarlak olduğunu söyleyenler masondur” diyen coğrafyacı profesörlerle, hacim ölçen litreyi ağırlık ölçüsü zanneden sağlık bilimleri fakültesi dekanlarıyla, “Şizofreni cin çarpması sonucunda meydana geliyor, tedavi için üfürükçüye gitmek iyi gelir” diyen tıp profesörleriyle birlikte.

Yarışma ya da üniversite, fark etmez, bilgiyle karşılaşmayı umduğunuz herhangi bir yere kafanızı çevirdiğinizde cehaletle karşılaşıyorsunuz. Bunun şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkmış, normal bir şeye dönüşerek sıradanlaşmış olması, bilginin bu toplumdaki en güçlü imgesinin cehalet olduğunu gösteriyor. Tanımlayıcı niteliği “bilgi” olan bir yarışmadan, temel erdemi “bilgi” olan eğitim kurumuna kadar, popülerden elite her kademede ve her yerde bilgisizlik hâkim ise, demek ki bizim toplumumuzda cehaletten başka bir imgesi yok bilginin.

Utanma, bu senin talihin!

O yüzden “Ben cahil kesime güveniyorum, okuma oranı arttıkça beni hafakanlar basıyor” diyen profesörü, okumuşların en okumuşu olan insanların toplandığı üniversiteleri denetleyecek YÖK Denetleme Kurulu’na alıyorlar ya zaten… Ve yine o yüzden, “Kim Milyoner Olmak İster?” yarışmasında basit soruları bilemeyenlerle dalga geçmenin, sosyal medyada alay konusu etmenin alemi yok.

Ayrıca… Her mahallede milyoner yaratma arzusuyla biçimlendirilmiş bir topluma, “Kim milyoner olmak ister?” diye sorulur mu hiç, herkes ister. Onlar da istiyor. Basit sorularda elenip gitme korkusu hepsinde var. Başvurdukları yarışmanın alay konusu haline gelmede son derece emniyetsiz bir yer olduğunun farkındalar. Fakat ne gam! Büyük umutlar olsun da isterse emniyet olmasın.

Az gelişmiş ekonomimizin herkese eşit derecede erişme imkânı tanımadığı sınırlı refah, reklam ve kültür endüstrisiyle gözümüze sokulan uzak bırakıldığımız kımıl kımıl canlı zevkler, insanımızı baştan çıkartıyor. O zevklerin kucağına atılmak isteyen ama bilgisizliğinin ya farkında olmayan ya da onu hiç umursamayanlar bu yarışmalara başvuruyor.

Onlara -ve onlar gibi “insan” olmanın modern dramlarını yaşayan herkese- söylenecek söz bellidir. Bu sözü, bir işe kalkışacakken trajedisinden utanan 19. yüzyıl insanı için Dostoyevski (Budala’da) söylüyordu:

“Utanma, giriş. Bu senin talihin.”

Yazarın Diğer Yazıları

Hayvan doğasıyla barışınca insan, 'insan' olacak!

İnsan türünün, insana götüren hayvanlık ile bu hayvanlıkta bedenleşen insanlığın diyalektik gerilim alanı olduğuna dair bakış, insanın ne yaratılmış mükemmel bir tasarım, ne de doğa tarafından dayatılmış umutsuz bir vaka olduğunu kabul eder. İnsan "kendini yaratmış" bir varlıktır

Büyük Madenci Yürüyüşü'nün öğrettikleri

İnsan mutlak bir varlık değildir. Belki çıkarcı, belki dayanışmacı, belki bencil, belki paylaşımcıdır

Kırk yıllık tevazu

Toplumun küçük bir kesimi bir "direniş sanatı" türü olarak "şenlikli muhalefet"i sürdürmekteyken, toplumun geneli de, bu sanatın bir başka türü olarak, "kendini aldatmaya bırakmış" olabilir