05 Mayıs 2016

Hoş gel(me)din Türkler!

Avrupa, yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak derdinde...

Almanca’da Pest oder Cholera, veba ya da kolera, ikisinden birini seç deyişi, AB’nin vize muafiyeti nedeniyle düştüğü durumu çok iyi anlatıyor. Alman basınında yer alan yazılara bakılırsa, Avrupa, yağmurdan kaçarken doluya tutulmamak derdinde. Birkaç mülteci gelmesin derken, binlerce Türk’e kucak açmak zorunda kalmaktan öyle korkuyor ki, neredeyse isyan edecek. İşin garibi de en olumlu yorumu der Spiegel dergisinin Türkiye’den neredeyse sınır dışı edilen muhabiri Hasnain Kazım yazmış. Kazım, “Hoş geldiniz Türkler” cümlesiyle bitirdiği yorumunda şu cümlelere yer vermiş; “Türkiye madem Suriyeli mültecileri gönderecek, NATO üyesi olacak, AB tam üyelik müzakerelerini yeniden canlandıracak kadar iyi bir ülke, o halde vatandaşlarına vize muafiyeti tanıyacak kadar da iyi demektir.” Bence Türkiye makamları Hasnain Kazım’ı tekrar akredite edip davet etmenin yollarını aramalı.

 

AB insan ticaretinin parçası oluyor
 

AB Komisyonu’nun vize muafiyeti konusunda tavsiye kararı almasından bir gün önce, aralarında Alfred Brendel, Durs Grünbein, Gertrud Leutenegger, Navid Kermani, Fritz Stern ve Jeremy Adler gibi isimlerin bulunduğu altmış kadar aydın AB’ye üye ülke liderlerine bir açık mektup yollayarak, Türkiye ile yapılan mülteci anlaşmasını bir kez daha kınadılar. Anlaşmanın, İnsan Hakları Beyannamesi, BM protokolleri ve AB yasalarına aykırı olduğu iddia edilen mektup oldukça sert cümleler içeriyor. Mesela anlaşmanın yasadışı mültecilerin Türkiye’ye deporte etmesi yani sürülmesini ön gördüğünden bahsediliyor. Aslında hiç de yanlış değil. Yasadışı mülteci kavramını Avrupalı siyasetçiler de kullanmıyor mu? Mülteciler istem dışı Türkiye’ye gönderildiğine göre bu bir çeşit sürgün sayılır. Mektuptaki çok daha ağır bir iddia da, AB’nin insan ticaretine müdahil olması. E! mültecilere karşılık 6 milyon Euro ve vize muafiyeti şeklinde pazarlık yapmak bir çeşit ticaret sayılır tabii. AB’nin kendini oluşturan değerlerini tehlikeye attığı savunulan mektupta, insan hakları konusunda Avrupa’nın dünya sahnesinde inanırlılığını yitirdiğine dikkat çekiliyor.
 

Türk nüfusunun yüzde 90’ının pasaportu yok
 

Türkiye’de yaşayan ve mülteci pazarlığına taraf olan 80 milyon için AB çoktan inanırlılığını yitirmişti zaten. 1987 hatta 1959 yılından beri AB kapısında bekletilmekten bitap düşen Türkler de Kürtler de epeydir AB’den medet ummuyor ve demokrasisine inanmıyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması, başkanlık sistemi, yeni Anayasa, laiklik, yargı reformu, her şeyden önemlisi ise Kürt meselesi ile meşgul olan, Türkiye kamuoyu için vize muafiyeti ufak bir teferruat. Üstelik PKK ile savaş devam ediyor. Kilis’e her gün roket yağıyor. Ekonomik kriz alttan alta yayılıyor. Başbakan Davutoğlu gerekirse Suriye’ye tek başına kara harekatı yaparız dedi. Aktif bir savaş daha kapıda. Davutoğlu bunu dedi ama daha ne kadar başbakan olarak kalacak, gelen gideni aratacak mı bilmiyoruz. Hem sonra Türk nüfusunun sadece yüzde 90’ı pasaport sahibiymiş. Yani Avrupa’ya vizesiz gitmeye hazır 8 milyon Türkiyeli var hali hazırda. Geçen yıl Şengen vizesi alanların sayısı bir milyonu bile bulmamış. Bu rakamlara bakınca Avrupa’nın korkusu karşısında gülmemek elde değil.  
 

Alman derken Türkleri AB’si mi olacak?
 

Konu ile ilgili yazısına “Almanların AB yerine Türkiye’nin baskın olduğu bir Avrupa tehdidi ile mi karşı karşıyayız?” alt başlığı atan die Welt gazetesi, AKP hükümetinin vize muafiyetini gurur meselesi yaptığını ve bundan önemli bir siyasi kazanç sağlamayı planladığını yazıyor. Bundan da anlaşıldığı üzere Alman medyası Türkiye’de olan bitenden oldukça habersiz ve ülkeyi sadece kendi bakış açısıyla değerlendiriyor. Pasaportu olmayan %90, mahallesini, sokağını hatta ekmeğini mültecilerle paylaşmak zorunda kaldığında sanmayın ki, vize muafiyetini düşünüp Türk dış politikasının başarısıyla övünecek, sonra da gidip sırf bu yüzden AKP’ye oy verecek. Ve hiç sanılmasın ki, kağıt üstünde yerine getirilen 72 kriter, bu ülkeyi demokratikleşmeye götürecek. 
 

Veba ya da kolera dememek için
 

Bir kez daha hatırlatmak istiyorum; AB’nin vize muafiyeti, mülteci anlaşması ile doğrudan ilgili değil. 1973’de yürürlüğe giren Katma Protokol Türkiye’ye bu hakkı zaten veriyordu, 12 Eylül darbesi ile sekteye uğradı. Bu konuda Adalet Divanı’nın aldığı çok sayıda karar var. Ankara, Adalet Divanı önünde bu hakkı iyi savunamadığı için yıllardır vize derdiyle uğraşılıyor. Ayrıca AB, üyelik müzakeresi sürdürdüğü ülkelere vizeyi eninde sonunda kaldırıyor. Sırbistan, Karadağ ve Arnavutluk örneğinde olduğu gibi. Türkiye 2013’ten bu yana bu konuyu müzakere ediyordu planlanan tarih de bu yılın Ekim ayıydı. Mülteci anlaşmasıyla bu süreç öne çekilmiş oldu o kadar. Yani AB, mültecileri pazarlık konusu yaparak Türkiye’yi ayaküstünde kandırıyor. AB’ye açık mektup yazan 60 aydın haklı, ortada yürütülen bir insan ticareti var. Bunun hesabını Türkiye’den değil, asıl AB’nden sormak gerekiyor. Hem de sadece mültecilerin değil, yarım yüzyıldır dışladığı Türkiye’nin geldiği durumun hesabını da sorarak. Yoksa Avrupa yakında bir kez daha pest oder cholera, yani veba ya da koleradan birini seçmek zorunda kalacak. 

Yazarın Diğer Yazıları

Ah İran! Ah Almanya!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaratılan dünya düzeni yine o düzeni yaratanlar tarafından yıkılıyor. İran-İsrail kavgasını da bu oyunun içinde görmek gerekir. Gazze savaşı ile birlikte değerlere dayalı dış politika ve küresel dünya düzeninin dayandığı kurum, kural ve normlar da anlamsızlaştı. Gazze sadece otuz binden fazla kişinin değil, uluslararası düzenin de mezarlığı haline geldi

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

Sıcaktı, çook sıcak

Dünya hiç bu kadar sıcak, bu kadar kurak olmamıştı. Birdenbire gelen yağmur ve kasırgalar geldiği yeri çöle çeviriyor. Uluslararası toplum, sözde çevreci politikalar ile iklim krizini çözüyormuş gibi yapıyor. Daha çok gelişmiş sanayii ülkelerinin yarattığı bu krizden de yine yoksul ülkeler mağdur