16 Nisan 2013

Görmezden gelenlerin karteli

Haftalardır teyakkuzda bekliyoruz. Münih’te görülecek NSU-Nasyonal Sosyalist Yer altı Hücresi’nin davasına Türkçe yayın yapan medya mensupları girecek mi, girmeyecek mi diye

Haftalardır teyakkuzda bekliyoruz. Münih’te görülecek NSU-Nasyonal Sosyalist Yer altı Hücresi’nin davasına Türkçe yayın yapan medya mensupları girecek mi, girmeyecek mi diye.

Cuma günü son anda Federal Anayasa Mahkemesi, Sabah gazetesinin şikâyetini haklı buldu ve duruşmanın yapılacağı Münih Eyalet Mahkemesi’ne en az üç Türkiyeli gazetecinin girmesini emretti.

Pazartesi günü de Münih Mahkemesi, akreditasyon işlemini yeniden düzenlemek için zamana ihtiyaç duyduğunu belirterek ilk duruşmayı 17 Nisan’dan 6 Mayıs’a erteledi.

Davaya medyanın da kamuoyunun da ilgisi büyük. Bu nedenle canlı yayın planları yapıldı, randevular alındı, kamera ekipleri kiralandı, zaten bulunması zor ve fahiş rakamlara yükselmiş otel odaları ayrıldı, gazeteciler derslerine çalıştı, davacılar, yani öldürülenlerin yakınları, siyasetçiler, bilirkişiler, terör uzmanları hatta aşırı sağcılar bile biletlerini aldı, neredeyse yola koyuldu.

Şimdi herkes planlarını üç hafta erteleyecek.

Bu özellikle kendilerini psikolojik olarak 17 Nisan’a hazırlayan mağdur yakınları için zor. Anayasa Mahkemesi’nin bulduğu pratik çözüme kızan Münih Eyalet Mahkemesi, yine usule uymak kaygısıyla salona Türkiyeli gazeteciler için en az üç sandalye eklemek yerine, akreditasyon işlemini yeniden yapacak.

Mahkeme başından beri, en az iki buçuk yıl sürmesi beklenen duruşmalar sonunda alınan kararın temyize götürülmesini engellemek için son derece titiz davranıyor. Vallahi seri cinayetlerin işlendiği zaman zarfında, öncesinde ve şimdi olanlar insanın aklına kar suyu kaçırıyor. 

Belki mahkeme hakikaten akreditasyon yönteminde hata yaptı ve şimdi düzeltmeye çalışıyor. Her ne olursa olsun Anayasa Mahkemesi’nin kararı Almanya’da yaşayan Türkiyelileri bir parça olsun rahatlattı, en azından biraz kıymet gördüklerini anladılar. Zira işlenen seri cinayetler, Alman güvenlik güçlerinin cinayetlere, teröristlere ve kurbanların aile fertlerine yaklaşımı, olayın kamuoyuna yansıma biçimi ile soruşturmalarda gösterilen ciddiyetsizlik, Almanya’daki göçmen toplumunu hayli üzmüş, kendilerini bu toplumun dışında ve korunmasız hissettirmişti.

 

13 yıl nasıl gizlendiler?

 

Aslına bakarsanız, teröristlerden ikisinin cinayetleri bir video kaydı aracılığıyla itiraf ettiği ve kendilerini öldürdüğü 4 Kasım 2011 tarihi Almanya’da bir dönüm noktası oldu. 2008 yılından bu tarihe kadar illegal yaşayan üç terörist, sekizi Türkiye biri Yunanistan kökenli dokuz göçmenle bir Alman kadın polisi, sistemli ve soğukkanlı bir biçimde öldürmüş, iki bombalı eylem yapmış kimi ağır otuz kadar kişiyi yaralamış ve 15 ayrı soygun düzenlemiş ama hiç açık vermemişti. Buna tamamiyle inanmak saflık olur. Zaten daha sonra su yüzüne çıkan bilgiler bu süre içinde Alman istihbarat ve güvenlik teşkilatlarının resmen uyuduğunu,  aslında görmezden geldiğini ortaya koydu. 

4 Kasım’dan sonra hemen her hafta Alman kamuoyu güvenlik kurumlarının yeni bir zafiyeti ile karşılaştı. Hele üç terörist Uwe Böhnhardt, Uwe Mundlos ve Beate Zschäpe’nin eylemlerine başlamadan önce yakından takip edilmiş, bomba yapımında kullandıkları garaj tespit edilmiş ama yeterince şüphe duyulmadığı gibi, arama yapmakta gecikilmiş ve haklarında tutuklama emri çıkartılmasının ihmal edilmiş olması affedilir gibi değil. 

26 Ocak 1998 tarihinde üç garaj hakkında arama emri çıkartılmış, aramalar eş zamanlı yapılmadığı için Uwe Böhnhardt, otomobiline atlayıp rahat rahat çekip gitmiş. Aranan garajlardan teröristlere ait olan 1,5 kiloya yakın patlayıcı madde bulunmuş ama Savcılık bırakın o günü, ertesi gün bile tutuklama emri çıkartmamış.

 

Kurbanken zanlı oldular

 

Bu dönemde iç istihbarat servisi için ajanlık yapan beş aşırı sağcı olduğu, bunlardan birkaçının teröristler ve eylemleri hakkında işe yarar bilgi sızdırdığı hatta birinin NSU üçlüsünün hukuk devletine zeval verecek eylemler planladığını zamanında istihbaratçılara anlattığı da su yüzüne çıktı.

Dosyalarda teröristlerin silah arayışı içinde olduğu, Chemnitz ve çevresinde yaşadığı, bazı arkadaşları üzerinden aileleri ile görüştüğü de yazıyor. Teröristler seri cinayetlerinden önce 1999 yılının Ekim ayında iki silahlı soygun gerçekleştirip yine kaçmayı başardılar.

Görgü tanıkları, 9 Eylül 2000 tarihinde Nürnberg’de ilk cinayetlerini işleyen ve çiçekçi Enver Şimşek’i öldüren teröristlerin olay yerine bisikletle geldiklerini anlatmışlar. Dönemin Eyalet İçişleri Bakanı Günther Beckstein, olayın ardında aşırı sağcı şiddetin olabileceğini söylemiş ancak arkası gelmemişti.

Bunu takip eden yedi yıl boyunca daha dokuz cinayet, aynı biçimde ve aynı silahla hem de bütün Almanya çapında işlendi. Ve yedi yıl boyunca güvenlik birimleri bu cinayetlerin ardında husumet, uyuşturucu satışı, PKK terörü ya da töre gibi sebepler arandı.

İlk kurbanın kızı Semiya Şimşek yazdığı “Acı Vatan” adlı kitabında kurbanken nasıl zanlı konumuna düşürüldüklerini ayrıntılarıyla anlatıyor. Soruşturmaları yönetenler yedi yıl boyunca, olay yerlerinde aşırı sağcı terörün izine rastlanmadığı açıklamasını yaptılar ve birilerinin bu cinayetleri üstlenmesini beklediler. Oysa hepsi aşırı sağcıların genellikle eylemlerinin arkasında durmadığını biliyordu.

Bu konuda yapılmış bolca araştırma var Almanya’da.

 

Korkudan gözleri kör oldu

 

Bu konuda bence siyasetçiler de uyudu. Dönemin Federal İçişleri Bakanı sosyal demokrat Otto Schily, 2004 yılında Köln’de Türklerin ağırlıklı olarak yaşadığı Keupstrasse’deki bombalı eylemden sonra açıkça olayın ardında siyasi bir neden yok dedi. Oysa Mundlos ve Böhnhardt’ın olay yerinde bisikletli fotoğrafları bile ortaya dökülmüştü. 

En büyük zafiyetlerden biri de cinayetlerle ilgili soruşturmaların yerel düzeyde sürdürülmüş olması. Kimse aşırı sağcıların bu kadar çok şehirde sistemli olarak cinayet işleyeceğini hesaba katmadı. Sadece Alman değil, Türkiyeli siyasetçiler de olayın ciddiyetinin farkına varamadı ya da varmak istemedi.

Semiya Şimşek, Almanya’daki Türk konsolosluk ve büyükelçiliğin yanı sıra TBMM’nde de pek çok milletvekilinin kapısını aşındırdığını ve kimsenin onları ciddiye almadığını acı bir biçimde anlatıyor.

Uyuyan bir başka grup da medya oldu.

Sadece güvenlik birimlerinin verdiği bilgilerle yetinen medya mensupları, olayın üstüne gitmediği gibi, cinayetlere küçültücü bir isim bile taktılar:

“Dönerci cinayetleri” Ayrıca herkes ölenlerin Almanya’da yaşadığını, bazılarının bu ülkenin vatandaşı olduğunu, vergi verdiklerini, korunma hakkına sahip olduklarını unuttu. Münih Eyalet Mahkemesi’nin duruşmaları izleyecek Türkiyeli gazetecilere yer ayırmak konusunda duyarlılık göstermemesi, NSU terör hücresi ve cinayetlerini görmezden gelme kültürünün bir devamıydı bence. Başka bir deyişle mahkeme güvenlik birimlerinin düştüğü hataya düşmemek için aşırı duyarlılık göstererek her şeyi yüzüne gözüne bulaştırdı.

Bütün bunlar Almanya’nın tarihinden gelen korkularının gözlerini kör ettiğinin bir kanıtı gibi.

 

Cevabı aranan çok soru var

 

Münih’te yapılacak mahkeme, Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu RAF’inkinden sonra en büyük olanıymış. Örgütün hayatta kalan tek üyesi Beate Zschäpe ve örgüte yardım ve yataklık ettiği iddia edilen dört kişi hakim karşısına çıkacak.

Bugüne kadar hiç konuşmayan Zschäpe’nin bu tavrını sürdürmesi bekleniyor. Zschäpe, on cinayet, iki bombalı saldırı ve 15 soygunun yanı sıra terör örgütü kurmak suçundan da yargılanacak. Büyük bir olasılıkla da en büyük ceza olan ömür boyu hapse çarptırılacak. Ancak mahkemenin bütün sorulara yanıt vermeyeceği de kesin. Savcılık 129 kişinin örgütle ilişkisi olduğunu söylüyor. Berlin’de aşırı sağcıları inceleyen bir sivil toplum örgütü ise bu rakamın 200 olduğunu iddia ediyor.

Ayrıca NSU’nun bir hücre değil, örgüt olduğunu savunanlar da az değil. Daha başka eylemleri var mı? Siyasetçilere yönelik eylem planları yaptılar mı? Örnek aldıkları bir siyasi örgüt var mı? Aşırı sağcı parti NPD’de ile ilişkileri gerçekten yok mu? Alman istihbarat teşkilatının aşırı sağcı çevrenin %15’ini ajan olarak kullandığı sanılıyor. Bu adamlar gerçekten işe yarıyor mu? Yarıyorsa neden bu kadar cinayet işlendi? Ve her şeyden önemlisi, devlet neden ve nasıl aşırı sağcı teröre bu kadar uzun zaman ve bu kadar açık bir biçimde göz yumdu? Cinayetin kurban gidenlerin yakınları da neden benim babam, kardeşim, oğlum? Diye soruyor. Aşırı sağcılarla ilgili güvenilir istatistikler tutan Amadeu Antonio Vakfı, en son yayınladığı raporuna, elde ettiği bilgilerde yol çıkarak çok güzel bir başlık atmış; „Kartell der Verharmloser“. Verharmloser’in ok anlamı var; küçümsemek, göz yummak, önemsememek, yok saymak, cidiye almamak vs… Peki onları kim yargılayacak?

Yazarın Diğer Yazıları

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

Sıcaktı, çook sıcak

Dünya hiç bu kadar sıcak, bu kadar kurak olmamıştı. Birdenbire gelen yağmur ve kasırgalar geldiği yeri çöle çeviriyor. Uluslararası toplum, sözde çevreci politikalar ile iklim krizini çözüyormuş gibi yapıyor. Daha çok gelişmiş sanayii ülkelerinin yarattığı bu krizden de yine yoksul ülkeler mağdur

Muhafazakârlık zemin kaybederken aşırı sağ kazanıyor

Bugünlerde alevlenen, "Almanya'da muhafazakâr ve merkez sağ partilerin kökü kuruyor mu?" tartışması haklı bir tartışma