28 Ocak 2015

Auschwitz mi, bir daha asla!

Auschwitz – Birkenau toplama kampını gezerken her nefes sanki yanmış insan eti kokacak diye korkuyorsunuz...

Polonya’daki Auschwitz – Birkenau toplama kampını kurtuluşunun altmışıncı yılında ziyaret etmiştim.  Üzerinden on yıl geçti ama benim içimdeki sızı hiç geçmedi. Neden mi? Orada gördüklerinizden çok insan olmaktan duyduğunuz utancı unutamıyorsunuz da ondan. NTV için çekim yapmaya gitmiştim. Çekim sırasında her zaman kısıtlı bir zamanınız olduğundan duygularınızı bir kenara itiyorsunuz. En fazla kamera önünde birkaç cümleye sığdırıyor, geri kalanıyla da uykularınızda baş başa kalıyorsunuz. Auschwitz işini bitirdik de sonraki geceyi hatırlıyorum da şimdi… Naziler gaz bombası attılar korkusuyla uyanmış, ilk refleks olarak, komşuları uyarayım diye kapıya koşmuştum. Sonra sanırım neredeyse bütün gün ağladım, durup durup ağladım. Gözlerim gördüklerinden silinsin diye ağladım, sıkışan yüreğim ferahlasın, utancım yıkansın diye ağladım.

Aklımda en çok Yahudilerin yola çıkarken içerisine ne dolduracaklarını bilemedikleri valizleri kalmış mesela. Nereye gittiklerini bilemeden trenlere istif edilirken taşıdıkları valizleri. Vatansızlık, sahipsizlik, korku, hasret kokan valizleri. Gaz odalarına giderken bir daha giymemek üzere bıraktıkları hırpalanmış ayakkabıları da unutmuyorum hiç. Erkek ayakkabıları, kadın ayakkabıları, çocuk ayakkabıları, rengi gitmiş, tabanları aşınmış deri ayakkabılar, yığın yığın, binlerce... Öbek öbek biriktirilmiş, onlardan kumaş örülmüş saçlardan bahsetmeye dilim varmıyor şimdi. Hepimiz, çizgili üniformalarının içinde bir deri bir kemik kalmış Yahudilerin fotoğraflarını biliriz. O kadar incelmiş, kavrulmuş, o kadar küçülmüşler ki, beşi tek kişilik bir yatağa sığabilecek hale gelmişler. Biraz parası, torpili olanlar, oranın aslında ölüm durağı olduğundan habersiz, kurtulurum umuduyla Auschwitz’den Birkenau’ya,  geçmeyi başarmışlar ama nafile.  Birkenau’daki üç krematoryum neredeyse beş yıl boyunca aralıksız çalışmış.

Auschwitz-Birkenau toplama kampındaki krematoryumları gezmek tam bir işkence. Nefes almakta güçlük çekiyorsunuz içerde, çünkü aldığınız her nefes sanki yanmış insan eti kokacak diye korkuyorsunuz. Krematoryuma götürülmeden önce, banyo yapacaklarını sanarak çırılçıplak girdikleri gaz odalarında boğuluyorsunuz adeta. Gözünüzü tavana çevirdiğinizde, tepedeki aksamdan su yerine gaz geldiğini hayal edebiliyorsunuz. Mümkün olduğu kadar çok insanı mümkün olduğu kadar hızlı bir biçimde öldürmek için kurulan sistem karşısında diliniz tutuluyor. Dışarı çıktığınızda toprağa ancak parmak uçlarınızla basıyorsunuz, çünkü burada ölen bir milyondan fazla insanın külü tozuyacak sanıyorsunuz. Öyle ağır bir sessizlik var ki Auschwitz-Birkenau’da, sanki birileri duyulmadığını bile bile çığlık çığlığa bağırıyor. İşkencenin, insanlık onuru ayaklar altına alınmış olsa da hayatta kalma arzusunun, bilinmezliğin çığlıkları kulaklarınızı tırmalıyor. Çığlıkları bastıran Nazi subaylarının emirlerini duyuyorsunuz.

İnsana en ama en ağır gelen de bütün bunların planlı ve sistematik bir biçimde yapılmış olması. Her şeyin kaydının tutulması hatta kurbanların ölüm ilanlarının bile önceden hazırlanıp postalanmasını hafızanız almıyor. Auschwitz – Birkenau toplama kampını gezen hemen herkesin sakladığı telaşı hissetmemek mümkün değil. Buradan bir an önce çıkıp gitmek istemenin telaşı bu. Kimse kimsenin yüzüne bakmaya cesaret edemiyor. İnsan olmaktan utanıyorsunuz. Bu öyle bir utanç ki, sizin gibi herkes hissetsin istiyorsunuz. Hissetsin ki, tekerrür etmesin. Ben zorunlu olmadıkça Auschwitz’i ya da başka bir toplama kampını daha ziyaret etmek istemiyorum. Yüreğim kaldırmıyor. Ama gitmediyseniz siz mutlaka gidin. Herkes bir kere gitmeli. Bakın görün, nasıl bambaşka bir insan olarak çıkacaksınız, tepesinde “Arbeit macht frei - Çalışmak özgür kılar” yazan o demir kapıdan. 

Yazarın Diğer Yazıları

Dejavu: Menekşe Toprak Berlin’de Suat Derviş’in izini sürdü

30’lu yılların Berlin’i ile bugünün Berlin’i arasında benzerlikleri görmek bende de bir dejavuya neden oldu. Menekşe Toprak’ın ilk kadın romancı ve gazeteciler’den Suat Derviş’i anlattığı kitabına "Dejavu" adını vermesi tesadüf değil

Sıcaktı, çook sıcak

Dünya hiç bu kadar sıcak, bu kadar kurak olmamıştı. Birdenbire gelen yağmur ve kasırgalar geldiği yeri çöle çeviriyor. Uluslararası toplum, sözde çevreci politikalar ile iklim krizini çözüyormuş gibi yapıyor. Daha çok gelişmiş sanayii ülkelerinin yarattığı bu krizden de yine yoksul ülkeler mağdur

Muhafazakârlık zemin kaybederken aşırı sağ kazanıyor

Bugünlerde alevlenen, "Almanya'da muhafazakâr ve merkez sağ partilerin kökü kuruyor mu?" tartışması haklı bir tartışma