31 Mayıs 2015

‘Uzaktaki’ yazar Johathan Franzer’dan modern insanlık halleri

Franzen’in kitabı, gündelik hayat, modern teknolojiler, romanlar, hikaye etme sanatı ve kurmaca üzerine yazdıklarından oluşuyor.

Hikayeleri sevmek, edebiyatın seçkin, estetik ve kurgulanmış sınırları dahilindeki yazma ve okuma eylemiyle ilgili değildir sadece. Öncelikle ‘hikaye’nin insanın kişiliğini oluşturan en temel ‘otobiyografik dürtü’ olduğu gerçeğini anlamakta fayda var. Bir benliğe sahip olmak, anlatarak kendini yeniden inşa etmekse eğer, gerçekten hepimiz birer ‘hikayeler koleksiyonuysak’, kendimizde olmayanı kavrayabilmek için önce başkasına ‘hikayen’ nedir diye sormamız doğaldır. Hafıza kaybından korkarız, hikayelerimizi yitirmek büsbütün ‘kaybolmak’ demektir çünkü. Kalabalığın sağır edici uğultusundan kaçıp sığındığımız hikayeler, bazen hayatın kendisinden daha gerçek ve daha ‘büyüktür’ ve fani bedenlerimizle sınırlı değildir. İnsanın kendisine has bir tutkuyla gelip geçtiği bu dünyaya iz bırakma arzusunda öne çıkan ‘yazmak’ kadar önemli olan ‘hikaye kahramanlığı’ bu yüzden de vazgeçilmezdir. Üstelik geçmişle sınırlı bir hafıza deposundan bahsetmiyoruz. Gelecekte yaşanması mümkün olduğu halde ertelediğimiz veya taammüden yok ettiğimiz hayallerimiz, korkularımız, fantezilerimiz, zaaflarımızın neden olduğu suskunluklar da bedenin gerçeğini aşan hikaye etme dürtüsüyle ilgili değil mi? Dahası da var tabii; kendimizi anlatırken uydurduğumuz anekdotlar, bazen başkalarından istemeden aldığımız ödünç anı kırıntıları, unutmamak için paylaşma, anlatma isteği o kadar güçlü ki, hayatımızın iç tutarlılığını temin etmek için hikaye ettiğimizin farkında bile değiliz muhtemelen. Her şeyi, gündelik tecrübelerimizin en sıradanını bile kaydeden o dev bellek deposuyla belki de ancak böyle başa çıkabiliyoruz.

Yazı ve hikaye etme sanatının farklı veçheleri üzerine düşünürken Jonathan Franzen gibi yazarlarla karşılaştığımda, zihnimi gölgeleyen karanlık bulutlar kendiliğinden aydınlanıyor. Çağdaş Amerikan edebiyatının sevilen yazarlarından Franzen, düşüncelerini basit ve anlaşılır olma isteği üzerine inşa ediyor sanki. Evet, edebiyatla bir derdi var elbet ama gücünü edebiyat estetiğinden almıyor bana kalırsa. Dil onun kendini, hikayelerini, anlatmak, merak ettiklerini, korkularını, kaotik duygu dünyasını ifade etmek için ustalıkla kullandığı ‘işlevsel’ bir araç sanki. Türkçeye çevrilen kitaplarını okuyanlar bilir; otobiyografik bir roman olduğu söylenen ‘Özgürlük’ ve kısmen ‘Düzeltmeler’ modern bireyin çıkmazlarını, merkeze koyduğu aile ilişkilerinden yola çıkarak anlatan romanlar. ‘Amerika’nın harika romancısı’ olarak Times’ın kapağında yer alması boşuna değil. Hikayelerini evrensel kılan, onun edebi dürüstlüğü ve kendini olduğu gibi ortaya koyabilme cesareti. Ancak bu ifadeden gelişi güzel, okuru ‘tavlama’ niyetiyle ortalığa saçılan bir ‘samimiyet buhranı’ içinde olduğu sanılsın istemem zira o türden bir biçimsizlikten epey uzakta duran bir yazar.

Bazı okullarda yaptığı konuşmalar, kitap eleştirileri ve denemelerden oluşan derleme kitabı ‘ Uzaktaki’, gündelik hayat, felsefe, modern teknolojiler, romanlar, hikaye etme sanatı ve kurmaca üzerine yazdıklarından oluşuyor. Bu zihin açıcı sert itiraflar, cevabı olmayan sorular, şeffaf hikayeler ve güçlü bir tabiat sevgisiyle dalgalanan yazılar, henüz onun romanlarıyla tanışmamış okurda onun edebi dünyasını da keşfetme arzusu uyandırabilir.

Bir konferansta ‘otobiyografik’ kurmaca üzerine yaptığı konuşmada söyledikleri, bu yazının başlangıcında işaret ettiklerimin çerçevesini entelektüel dürüstlüğüyle çiziyor. Yaşadığımız çağda, roman sanatının merak edilen ve genellikle yanlış anlaşılan ‘kendini hikaye etme’ meselesini onun kadar açık ve etkili anlatana pek rastlamadım. Yazar kendisine yöneltilen bazı sorularla ilgili bezginliğini ironik anlatımıyla açıkladıktan sonra malum soruya geliyor; “Yazdığınız kurmaca eserler otobiyografik mi?”. Kendisine son derece hasmane gelen bu sorunun çağrıştırdığı kötücül anlamları uzun bir liste halinde sıraladıktan sonra örneklerle anlatıyor: “Benim otobiyografik romandan ne anladığıma gelince, ana karakterin yazara ciddi anlamda benzediği ve yazara gerçek hayatta yaşadığı aynı olayları yaşadığı romandır….Ama ilginçtir ki çoğu roman otobiyografik değildir. Benim kendi romanlarım da değil. Otuz yıldır yayımladığım kitaplarda, doğrudan benim de dahil olduğum, gerçek yaşamdan olaylar içeren en fazla yirmi ya da otuz sayfa vardır. Doğruyu söylemek gerekirse daha fazlasını yazmaya çalıştım, ama bu olaylar bir romanda çoğu kez sırıtıyor. Beni mahcup ediyorlar ya da yeterince enteresan gelmiyorlar…Benim anlayışıma göre roman kişisel bir mücadele olmalıdır, yazarın kendi yaşamının öyküsüyle doğrudan, topyekün bir ilişki içinde olmamalıdır”. Yazar bu anlayışını Kafka’dan aldığını hatırlattıktan sonra yerinde bir rüya benzetmesi yapıyor: “Yazar canlı, anlamlı bir rüya yaratmaya çalışır; böylece okur da o rüyayı canlı bir şekilde görüp anlamı tecrübe edebilir. Bu yüzden, Kafka’nınki gibi doğrudan rüyadan gelen eserler saf otobiyografiktir. Burada vurgulamak istediğim bir paradoks var: Bir kurmaca yazarının eserinde otobiyografik içerik ne kadar fazlaysa, eserin yazarın gerçek yaşamına yüzeysel benzerliği de o kadar azalır. Yazar anlam için daha derinlere daldıkça, yazarın yaşamının rastgele unsurları bilinçli rüyaya daha fazla mani oluşturur. İyi kurmaca yazmanın hiçbir zaman kolay olmamasının sebebi budur”.

David Foster Wallace’in sevgiyle savrulan külleri

Franzen’in bu konuşmanın ‘yazma ihtiyacında olduğu kitabı yazabilecek kişiye dönüşme fikrine’ ayırdığı bölüm de bazı yazarları ve okurları irkiltecek kadar ‘açık’ ve bir yazarın kendisine sadık kalmasının kaçınılmaz bencilliğini taşıyabilmesi açısından da kıymetli. Aslında bu kitaptaki hemen bütün yazıları parlak, ilginç ve anlamlı kılan, içerik kadar yazarın kendisine yakınlarına, sevdiklerine karşı merhametli ve aynı zamanda vahşi olabilen dürüstlüğünden ödün vermiyor olması. Kitaba ismini veren ilk yazı ‘Uzaktaki’, Güney Pasifik Okyanusu’nda, bir avuç balıkçı hariç tek bir insanın yaşamadığı bir adaya (Masafuera: Uzaktaki) gidişinin hikayesiyle başlıyor ve ilerledikçe her boyutuyla çok katmanlı bir denemeye dönüşüyor.

Franzen’in beni en çok etkileyen özelliği, sahip olduğu kültürel birikimi, edebiyatçı kimliğini, gündelik tecrübeleri ve yürekten açabildiği duygu dünyasıyla buluşturabilmesi oldu. Hayatı tanıdık ritüelleriyle kendisi üzerinden aktarırken, meşhur kült roman ‘Robinson Crusoe’nun edebiyat tarihindeki anlamından, adada yaşadığı sahici bir ‘can sıkıntısına’, oradan genç yaşta intihar eden yakın arkadaşı David Foster Wallece hakkındaki düşüncelere sıçrayışındaki samimi tavrı onun yazar kimliğinin de belkemiğini oluşturuyor sanırım.

Wallece, malum pek çok yönüyle okurların, eleştirmenlerin ve muhtemelen gelecekte edebiyat tarihçilerinin ilgisini çekecek çarpıcı bir kişi-karakter-yazar. Onu, küllerini uçurumdan aşağıya, okyanusa doğru savurma yetkisi veren yakınlığa rağmen olduğu gibi anlatabilmek zor olmalı. Franzen, Wallace’in romanlarından bahsederken “David’in romanlarının tuhaflığı, en sadık okurlarının bunları okurken kendilerini son derece onaylanmış, rahatlamış ve sevilmiş hissetmeleridir” dedikten sonra onun bize içerden sunduğu halinin resmini de çiziyordu: “Kafka, Dostoyevski, Kierkegaard’la karşılaştırılabilecek bir kendini inceleme yoğunluğuyla; narsizm, kadın düşmanlığı, zorlantı, kendini kandırma, canavarlaştırılıcı ahlakçılık ve her şeyi teoloji içine sokmanın uç noktalarıyla; sevgi ihtimaline karşı şüpheyle; bireysel farkındalığın dipnot içinde dipnotla yaratılan tuzaklarıyla karşımızda durmaktadır”. Eğer Franzen arkadaşını sadece yukardan bakan edebi tespitlerle anlatsaydı böyle tutkuyla sevilen bir yazar olmazdı. Onu okuruna yakın hissettiren daha ziyade merhametini sakınmayan şeffaflığı: “Bir çocuk gibi sevimliydi ve sevgiye bir çocuğun saflığıyla karşılık verebiliyordu. Eğer sevgi onun eserlerinde yer almadıysa, bunun sebebi hiçbir zaman sevgiyi hak etmediğini düşünmesidir. David kendi adasında müebbette mahkumdu”.

Franzen’in, ‘kendini izlemek’, sevmek, sevememek, modern bireyin teknolojinin imkanlarıyla kendini hapsettiği ‘ada’ gibi ilk bakışta çok tüketilen kavramlar üzerinden hayatı ve yazıyı genişletebilmesine hayran kaldığımı itiraf etmeliyim. Benim gibi dil estetiğine düşkün birini kıvrak ve çok bakışlı anlatımının gücüyle tavladı doğrusu. Bir de kuşlara ve tabiata olan aşkını keşfettiğimde artık iyice ‘benim yazarım’ olmuştu. Çirkin Akdeniz’ isimli yazısı aslında kuş avcılarını, kaçakçıları, onları restoranlara satan mafya düzenini, yasakları kaldıran sistemin çürüyüşünü, insanın kuşlara karşı işledikleri vahşi suçları rakamlarla anlatan düz bir metin. Ama araya yerleştirdiği hikayeler ve gerçekleriyle ürpertici. Her ilkbaharda beş milyar kuşun yavrulamak için Afrika’dan Avrasya’ya geldiğini ve her yıl bir milyar kadarının insanlar tarafından katledildiğini, çoğunun da Akdeniz’deki göç yollarına uğradığını hatırlatan yazar, Akdeniz’in insan eliyle çirkinleştirilmesine rağmen onu güzel yanlarıyla, mesela Aziz Francesco’nun kuşlara vaaz hikayesini anlatacak kadar iyimser aslında.

Sosyal medyanın sevgisizliği

Franzen’i ne anlatırsa anlatsın bir yazar olarak bütünlüklü kılan -Dostoyevski’nin eserleriyle ilişkilendirdiği günümüzün tatminsiz ‘haz’ duygusu, çok sevdiği Kanadalı öykücü Alice Munro’nun yeterince okunmamasının nedenlerini sıralarken ortaya koyduğu edebi ölçüler ya da Kenyon College öğrencilerine mezuniyet töreninde, teknolojiyi, sevmeyi, acı çekmeyi, yazmayı, kurmaca sanatını ve tutkuyu birbirine şık bir zekayla bağladığı o konuşma – kendisine has anlatma enerjisi, cesareti ve netliği. Kitabın ilk yazısı olan o konuşmada, yine kendisini üzerinden gençlere samimi bir yol haritası çiziyordu: “Evet, acı canınızı yakar, ama sizi öldürmez. Alternatifini düşünürseniz –teknolojinin suç ortaklığıyla uyumuş halde, kendi kendinize yettiğiniz bir rüyada yaşamak– acı, doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar ve direngen bir dünyada hayatta olduğunuzun doğal göstergesidir(...) Sanırım bir sebep, kuş sevgisinin benliğimin daha önce varlığından bile haberdar olmadığım, daha az benmerkezci, önemli bir parçasına çıkış noktası yaratmasıydı. Beğenmeler ve beğenmemeler dünyasında, (sosyal medyadaki ‘like’ sistemini kastediyor) bağlanmayı ileri bir tarihe erteleyerek kürsel bir vatandaş olarak sürüklenip durmak yerine, doğrudan ya kabul ya reddetmek zorunda olduğum bir benlikle yüz yüze kalmıştım. Sevgi işte insana bunu yapar. Çünkü hepimizle ilgili temel gerçek, bir süreliğine hayatta olduğunuz ve çok geçmeden ölüp gideceğimizdir. Tüm öfke, acı ve umutsuzluğumuzun kökeninde bu var. Bu gerçekten ya kaçarsınız ya da onu seversiniz”.

Herkesin sezebildiği basit gerçekleri, tecrübelerinden, yazarlık serüveninden, okuduklarından, biriktirdiklerinden süzerek anlatan Franzen, bir modern çağ şövalyesi gibi kendisiyle, insanın zaaflarıyla, dünyanın uğultusuyla kahramanca çarpışıyor ve tam da o ruhla yazıyor. Teknolojinin narsistik eğilimleriyle sevgi problemi arasındaki tezatı, sahte birer ayna gibi kullandığımız profillerimizle, yazdığımızda bizi olduğumuz gibi yansıtan edebiyatın gerçekliğiyle karşılaştırdığında, edebiyatın ‘kutsallığını’ içiniz ısınarak hatırlıyorsunuz. Bir röportajında, “Yazı yazmak zihnimin ve ruhumun tam bir mücadele içinde olması demek benim için. Tıkanıp kalmaktan ve neden tıkandığımı bulamamaktan korkunç çok az şey vardır. Ama yazı yazmak aynı zamanda bir oyun, dahil olmama izin verilecek kadar şanslı olduğum bir oyun. Hissettiğim acı, bir tenisçinin final maçından son setinde yaşadığı acıdan farklı değil. Canımın bu derece yanması, böyle bir fırsata sahip çıkmak bence harika” diyordu. Bence sadece bu bakışı için bile okunmaya değer bir yazar.

Uzaktaki /Jonathan Franzen –Çev. Zarife Biliz / Sel Yayıncılık

(Yazarın ‘Özgürlük’ ve ‘Düzeltmeler’ adlı romanları yine Sel Yayıncımık tarafından yayımlandı) 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”