04 Ocak 2015

Stephen Hawking'le zamanda 'sonsuzluğa' yolculuk

'Evet, hepimiz farklıyız. Parmak izlerimiz, kültürümüz, inançlarımız, varlık sebeplerimiz farklı. 'Her Şeyin Teorisi' hepsinin hikayesi'

Gecenin kadife karanlığında tebessüm eden menevişli yıldız oyunlarına bakarken zamanın çok katmanlı anlamı üzerine düşünüyordum. Yıldızım Sirius bir yerde göz kırpıyordu herhalde. Binlerce yıldır insanlığın zihnini kamaştıran gizemli ve basit sorular, yaşadığımız evrende, galakside, üzerimizde doğup batan güneşte gizliydi. Oradaki atomların bir kısmı bizim vücudumuzda da vardı. Kainat görünmez, ipeksi sicimlerle genişleyen bir atlastı ama biz onu hiç durmadan parçalara ayırıyor ve kendimizi en akıllı olduğumuza ikna etmek, huzursuzluğumuzu takvim yalanlarıyla yatıştırmak için zamanı kendi yasalarımıza göre yeniden icat ediyorduk.

15 milyar yaşındaki dünya sürekli dönüyor. Bunun 2 katı kadar ömrü olduğu söyleniyor. 5 yıl önce bu döngüye ‘hayat’ katılıyor. Tabiattaki bütün  varlıklar sırlarıyla tekrar tekrar doğuyor, çoğalıyor ve ölüyor. İnsanın da dahil olduğu ‘primatların’ iki yüz milyon yıllık tarihi var. Geçtiğimiz sene içinde Güneş’in de içinde yer aldığı 400 milyar yıldıza ev sahipliği yapan Samanyolu galaksisinin konumu yeniden belirlendi. Böylece süper galaksi kümesinin bilinenden binlerce kat daha büyük olduğu, katrilyonlarca yıldız barındıran 100 binden fazla yıldız kümesi içerdiği keşfedildi.

Biz bulunduğumuz gezegenden kozmosun sadece milyonda birini görebiliyoruz. Ve bu bile pek çok gizemi aydınlatma yetiyor ama ‘bilmekten’ o kadar da hoşlanmıyoruz korkarım. Ortalama 80 yıllık ömrümüzü, kendimizi, o kadar ciddiye alıyoruz ki zamanı eğip bükmekte, saniyede üç yüz bin kilometrelik ışık hızıyla yarışır gibi hızlanmakta, hiç ölmeyecekmiş gibi yavaşlamakta beis görmüyoruz. Hatta uzay zamanına göre bir göz kırpımı kadar hızlı geçen ömrümüzü başkalarının hayat hakkına müdahale etme, yok etme küstahlığından da vazgeçemiyoruz. Zamanı hiç durmadan eğip büküyoruz, kendi ritmimize göre yavaşlatıyoruz, bazen iki ucundan yakıp orta yerinde tutuşuyoruz ama onun içindeki farklı ‘uzunluğu’ göremiyoruz.

Zaman bilinciyle tanıştığımdan beri başımı kaldırıp gök kubbenin ‘sonsuzluğuna’ baktığımda onun biz insanların algıladığı gibi akmadığını düşünürüm. Bu sezgisel bir saplantı. Ruhumda ‘karadelikler’ açan bu takıntıdan kurtulmak için kendime göre yöntemler geliştirdim. Yazıyı, sanatı insanın ‘sınırsızlığını’ gösterebildiği ve bilinen zaman algısını kırabildiği için sevmeyi keşfettim mesela.  Bir hikayenin, resmin, şiirin, filmin içinde zamanı unutarak dolaşırken ‘uzayın karanlık boşluğunda’ kaybolmayı sevdim. Bu yüzden bir yılbaşı gecesi her şeyin birkaç saniye içinde yenilendiği inanancıyla ‘eğlenmek’ yerine zaman saplantılı bir dehanın hayatını izlemek için battaniyenin altına sokuldum.  Böyle günlerde dingin bir ıssızlık bana kendimi daha iyi hissettiriyor.

Yirmi beş yıl boyunca Stephen’a eşlik eden, anne, arkadaş, eş ve asistanı da olan Jane Hawking’in yazdığı ayrıntılı kitaptan (Sonsuzluğa Yolculuk) uyarlanan  ‘The Theory of Everything’, teorileriyle birlikte onun kişisel serüvenine de odaklanan bir film. Derdi bir dahinin müthiş keşiflerini anlatmaktan ziyade o kırılgan hayatın içinde önemsiz görünen ayrıntıları hatırlatmak olmuş sanki.

 

‘Peki beynime ne olacak? ‘

 

Stephan Hawking, bu yüzyılın en sansasyonel bilim insanlarından birisi. Sadece ‘Zamanın Kısa Tarihi’ 25 milyonun üzerinde sattı. Evren bilime yaptığı katkıların ötesinde, karmaşık sorulara verdiği basit cevaplarla popüler bilim kültürünün de bir parçası olma hali, tıbba meydan okuyan hastalık mücadelesi, karamsar yorumları, inanç dünyasından aldığı övgülere rağmen çok sert eleştirilerle kabuklaşan kırılganlığı ve şaşırtıcı ilişkileriyle pek çok insanın merakını kışkırtan bir ‘uzaylı’ Hawking. Einstein’ın ölümünden sonra en ünlü teorik fizikçi, matematikçi ve kozmoloğu olarak bilim dünyasının tartışılmaz ikonu oldu. Einstein’ın evrenin bütün süreçlerini açıklayabileceği düşünülen ‘Her Şeyin Teorisi’  hakkında son 30 yıldaki en sağlam ve çarpıcı argümanları, tezleri ortaya koydu.

Filmi izlerken Stephen Hawking’in teorilerinden ziyade Jane Hawking’in ilk tanıştıklarında kirli gözlüklerini merhametle silmesi ve bunu ‘yolculuklarının’ en sonunda tekrar hatırlatması gibi inceliklere takıldım. İmkansız sanılan bir mücadeleye tutunmalarının hüznü, cesareti tanıdık bir duygumu dürttü.  Dahi olmak için ihtiyaç duyulan yetenek, sıra dışı bakış, başarabileceğine dair inanç, ancak ona inanan başka güçlü bir inançla buluştuğunda yerini buluyor, anlamına kavuşuyordu. Aslında sadece bu çaba bile kainatın büyük sırları karşısında ‘varlığın’ basit derinliğini göstermesi açısından yeterli bana göre.   

Evrenin sınırlarını merak eden yakışıklı, genç adama sinir sistemini aşamalarla felç eden motor-nöron teşhisi konduğunda, doktor sadece iki yıl yaşabileceğini söylüyordu. Onun bu açıklama karşısındaki ilk sorusu Hawking’in hayatıyla iz bırakma sebebini de gösterdi. “Peki yaşadığım sürece beynime ne olacak?”. Gecenin kuzguni sessizliğinde, altın tozlarına batmış üzüm salkımlarıyla gökyüzünde desenler çizen havai fişeklerin gürültüsü, o çarpıcı soruyla tesadüfen buluştuğunda saç diplerime kadar ürperdim. Saate göre ‘koca bir yılın’ bitmesine bir dakika vardı ve ben evrenin sırlarını açıklayan çok acayip, bilge bir dehanın hayatındaki korkunç dönemeçleri izliyordum. Hawking’e açık bir dille öleceği söylenmişti.

 

Zamandaki çatlaklar ve boşluklar

 

Zaman nehrinin dip akıntılarını, loş kuytularda oyalanışını, sonra bana bir ömür kadar uzun gelen o çatlak anın birkaç saniye içinde tekrar hızlanışını gördüm. Zaman onun anlattığı gibi başka bir boyutta uzuyordu sanki. Bazı duyguların bazı eşyalar gibi tamamıyla çürüyüp yok olması için çok uzun bir zamana ihtiyaç var. Sevdiği öldükten sonra bile onu titreyerek cidden kıskanan insanlar tanıdım ben. Bunun için 4. boyutta seyahat etmemiz gerekmiyor, ‘varlığın’ ölüme, yok olmaya karşı mücadelesini yaşadığımız her anın içinde görebiliyoruz. Suçluluk duygusu, zaaflar, gerçekleşmemiş hayallerin neden olduğu ıstırap, eksiklik hissi, korkularımız, zaman içinde rüzgarlar ve yağmurlarla dönüşen tabiat gibi kuşaktan kuşağa akarak direniyor.

Hayata böyle baktığımda Hawking’in “Hiçbir şey düz ve pürüzsüz değildir, yüzeyde daima göremediğimiz delikler vardır” deyişini daha iyi kavrıyorum. O hayatını zamandaki ‘çatlakları ve boşlukları’ teorileriyle göstererek insanlığın yaşama mücadelesine katkıda bulundu. İmkansız olanın teknolojinin yardımıyla aşılabileceğini gösterdi. Işık hızına yaklaşan dünyanın en büyük parçacık hızlandırılışında (CERN) insanlar onun teorilerinin gerçekleşme ihtimalini gördü. Zaman uzayda yavaşladığında bir insanın sıra dışı yolculuklar yapabileceğine inanmaya başladılar. Tabiatın yasalarının yenilemeyeceğini ama onları iyi kullanarak galaksinin en ucuna gidilebileceğini kavradılar. Ve bütün bunlar insanlığın başlangıcından beri devam eden döngünün son elli yıl içinde gerçekleşti.

İşin tuhafı, Hawking’in söylediği gibi evrenin sınırları olmadığına inansak bile o çok ciddiye aldığımız 80 yıllık ömrümüzde duygularımız hiç değişmiyor. Stephen Hawking, filmin başında Jane’le üniversitedeki ilk randevusunda, “Yıldızlar öldüklerinde mor ötesi radyasyon yayarlar. Biz onları mor ötesi ışıklarla görebilseydik yıldızlar kaybolurdu. Tüm gördüğümüz görkemli doğumlar ve ölümler olurdu” demişti. İnsanın hakikatini idrak etmesi de böyle bir şey. Bize bahşedilen o bir göz kırpımlık ‘hediye hayatta’, bu dünyadan hızla geçip giderken varlık sebebimizi yapay duygulardan sıyrılıp kalp gözüyle görebilmek.

 

‘Nefes aldıkça umut vardır’

 

Onun ateist olduğu halde, her fırsatta evrenin kurallarının bilme dayalı olduğunu söylediği ancak ‘bunun kuralları yaratan bir Tanrı olmadığı anlamına gelmediğini’ hatırlattığı da bilinir. Papalık Bilimler Akademisi tarafından  ödüllendirilmesine rağmen, Ortodoks inananları, tepkilerini lanetlenmeye dair vardırmışlar. Onun hastalığının ilahi bir ceza olduğunu söyleyenler bile olmuş. Hawking’in bu tür eleştirilere cevabı onun ‘zaman’a ve insan hayatına verdiği kıymeti iyi gösteriyor bence: Hayatım boyunca kainatı anlamaya çalıştım. Engelli olmam çalışmalarıma mani olmadı. Tam tersine bu hastalık bana diğer insanlardan daha çok çalışma fırsatı tanıdı. Hayat uzun değil, insanlar kendilerini yok ediyorlar”.

Hayatın garip çelişkisi tam da o cümlede saklı. Kendini ve başkalarını yok etmekten çekinmeyen insan, ölmeyecekmiş gibi yaşarken kendini lüzumundan fazla ciddiye alıyor. Eğer Tanrı bize unutabilme yeteneğini bahşetmeseydi bu çelişki de ortadan kalkacaktı. Bu sırlar en az evrenin sırları kadar değerli. Bu gerçeklere vakıf olamadığımızda kainatı, yıldızları, uzayı, galaksiyi keşfetmenin, zamanda geleceğe doğru yolculuk etmenin  anlamı da kalmazdı.

Stephen Hawking, filmdeki hayatının sonunda, insan olmanın mucizevi sırrını bir sesi olmadığı için konuşan bilgisayarına yazarak hatırlatıyordu: “Milyonlarca galaksinin arasındaki bir mahalleden daha küçük bir gezegende, ortalama bir yıldızın etrafında dolanan gelişmiş primatlar olduğumuz açık ama medeniyetin doğuşundan beri insan dünya düzeninin ardındaki anlayışı keşfetmek için adeta yalvarıyor. Evrenin sınır koşulları hakkında çok özel bir şey olmalı. Sınır olmamasından daha özel ne olabilir. İnsan çabasının da bir sınırı olmamalı. Hepimiz farklıyız. Hayat he kadar kötü görünse de her zaman yapabileceğin ve başarılı olabileceğin bir şey vardır. Nefes aldıkça umut vardır”.

 Jane Hawking kocası Stephen’la çok özel ve karanlık bir ‘zaman tünelinin’ içinde seyahat etti. Arada zamanı yavaşlatan ‘süper kütleli kara deliklere’ batıp çıktılar. Yerçekimine, ölüme, hayata kendi yöntemleriyle direndiler. Birbirlerini kıskandılar, aldattılar, acı çektiler, umutsuzluğa kapıldılar ve her şeye rağmen beraber mücadele ettiler. Stephen Hawking, kimsenin inanmadığı teorilerini tekerlekli sandalyesinde kıvrılmış bir solucan gibi anlatırken Jane onun her koşulda yaşaması ve çalışması gerektiğine inandı. Stephen’ın zekasıyla beslenen güçlü mizah duygusu ve içtenliğiyle tünelin ucundaki büyük aydınlığı gördüler. ‘Hiçbir şeyden’ var olduğuna inandıkları evrene derin bir çentik atarak ‘her şeye’ doğru kanatlandılar.

Jane Hawking, Stephen’la hayatını anlattığı kitabının sonunda zamanın sihrini hatırlatmış hepimize: “Ben kitabı yazmayı bitirdikten sonra Stephen sıfır-yerçekimi uçuşunu tamamladı ve medyaya zafer dolu resimlere sebebiyet vererek dünyaya sapasağlam döndü. Ağırlıksız özgürlükte havadan süzülürken yüzündeki gülümseme yıldızların kalbini yumuşatabilirdi. Beni kuşkusuz derinden etkiledi ve onunla sonsuzluğa doğru kısacık bir seyahate çıkmanın bile nasıl bir ayrıcalık olduğunu düşünmemi sağladı”.

Stephen Hawking, bilim dünyasına yaptığı katkıların yanı sıra mucizevi hayat hikayesiyle hepimize bu dünyada ve hatta gelecekte uzayda bir işe yarayacağımızı söyledi. Evet, hepimiz farklıyız. Parmak izlerimiz, kültürümüz, inançlarımız, varlık sebeplerimiz farklı. Milyonlarca yıldır yaşayıp ölen canlılar dünyasındaki uzun zincirde hala en akıllı varlıklar olduğumuzu düşünüyoruz. Ama büyük keşiflerin, düşüncelerin ağırlığının ötesinde hayatın kısa, sevecen, tutarlı bir temposu da var. Bunun tadını çıkarın.

İyi yıllar.

*Sonsuzluğa Yolculuk- Stephan’la Hayatım / Jane Hawking – Doğan Kitapçılık / Çev. Begüm Güzel

*Stephen Hawking – Zamanın Kısa Tarihi / Alfa Yayınları  - Güncellenmiş baskıdan yeni çev. Barış Gönülşen

 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”