25 Ocak 2015

Skarmetá’nın kelimeleriyle diktatörlüğe ‘HAYIR’ !

Skarmetá’nın “Gökkuşağı Günleri’ni gerçekten ihtiyacım olduğu bugünlerde okumak giderek kararan, ağırlaşan ruhuma iyi geldi.

Antonio Skarmetá gibi siyasetin değişmeyen kirli oyunlarını, katı gerçekliğini yazı sanatının imkanlarıyla gösteren yazarlar, onlarca gazetecinin, analizcinin, siyaset bilimcinin hedeflediğinden çok daha fazlasını basit ama bir o kadar da güçlü hikayelerle başarıyor. Skarmetá’nın “Gökkuşağı Günleri’ni gerçekten ihtiyacım olduğu bugünlerde okumak  giderek kararan, ağırlaşan ruhuma  iyi geldi.

Özgürlüklerin her geçen gün daraltılması, faili meçhuller, herkesin göz önünde işlenen suçlar, iktidar baskısıyla işten atılanlar, kara listeye alınanlar, fişlenenler,  yönetimi eleştirenlerin gözaltına alındığı, tehdit edilip yargılandığı, iki bin yıl öncesinde yazılan oyunların dine hakaret diye yasaklandığı günler. Hırsızlığın, yolsuzluğun daha büyük suçlarla örtüldüğü, parayla adaletin satın alındığı, kayıpların insanca anılmasına bile tahammül edilmeyen, oğlu polis tarafından vurulan annelere sokak ortasında şiddet uygulanan, derin devletin terörü kışkırtmak için işbaşında bulunduğu karanlık bir dönem.  Kiralık katilleri, inşaat mafyaları, devlet hesabına insan öldüren casusları, sürülen savcıları, yasaklanan haberleri, sansürlenen yazarları, sokakta öldürülen çocuklarıyla çürümüş bir sistem. O düzenin içindeki yozlaşan değerler çukurunda, gözlerini televizyon denilen aygıta dikerek dünyayı ‘dışarıdan’ izleyen, ait olmadıkları bir hayatı yaşayan, pasif, kederli, umutsuz gençler, insanlar…

Sizce hangi dönemden bahsediyorum. Bu saydıklarıma Türkiye’de büyümüş olan hemen her kuşaktan insan aşinadır muhtemelen. Burada ‘karanlık dönemler’ bitmez. Biter gibi olduğu zamanlarda yeşeren umutları söndürecek bir iktidar mekanizması her zaman ‘doğru’ çalıştırılır çünkü. Tam da yüzden “Böyle bir zamanda edebiyattan, sanattan bahsedilir mi” diyenlerin aksine “inadına edebiyat” demek isterim ben.

İnsanın ‘şiirini’, sözcüklerini, hayatın inceltilmiş zevklerini yitirmesi kadar korkunç bir felaket yoktur. Bütün trajik kayıplardan, hayatın içini boşaltan ‘hiçlik’ duygusundan, adalet bilincinin yaralanmasıyla toplumu çürüten kesif umutsuzluk hissinden geriye kalan bunlardır çünkü.  Ve böyle zamanlarda insanı ayakta tutan her zaman edebiyatın, sanatın sağaltıcı gücü olmuştur.

Başlangıçta resmini çizdiğim durum, Şili’de 90’lı yıllardan evvel Pinochet dönemine dair bilinen gerçeklerdi ama hala ne kadar tanıdık değil mi? Şilili yazar Antonio Skarmetá’nın ‘El Plebiscito Pablo Larrain’ adlı oyunundan romana dönüştürdüğü hikaye, sinemaya uyarlanınca  ‘NO’ 2012’nin en iyi filmlerinden olmuştu. Pinochet faşizmi yüzünden ülkesini terk eden Skarmetá, eserlerini oyun olarak yazıp daha sonra romana ve senaryoya dönüştürmesiyle tanınıyor. Dünyada ‘İl Postino’ adıyla bilinen ‘Ateşli Sabır’ oyunu/romanı artık klasikler arasında. O oyunda Şili’nin kahramanı olarak gördüğü bir dünya şairi olan Neruda’yı anlatıyordu. Hayatını bir postacının gözünden aktarırken diktatörlük döneminin koyu karanlığını, vahşetini usta bir sihirbaz gibi yumuşak dokunuşlarla gösteriyordu. Eserlerinin meşhur olmasının ardında basit ve çiğliğe kaçmayan lirik anlatımı da var diye düşünüyorum. Filmin unutulmazlarından birisi olan “Şiirler sahibine değil, ihtiyacı olana aittir” cümlesi de film kadar kalıcı oldu.

Bence romanlar, hikayeler, kelimeler, resimler, insana dokunabilen ne varsa sahiplerinden, yazanlardan önce ihtiyacı olanlara aittir. Skarmetá’nın “Gökkuşağı Günleri’ni gerçekten ihtiyacım olduğu bugünlerde okumak  giderek kararan, ağırlaşan ruhuma  iyi geldi doğrusu.

 

Adaleti uygulamak neden bizi adil biri yapmaz?

 

Bu roman, okuruna umut veren hazin neşesinin, acı ironisinin ötesinde umudun basit düşüncelerle beslenen inatçı ve sağlam bir duruşta saklı olduğunu göstermesi açısından da önemli. İnsan politik bir varlıktır.  Skarmetá gibi siyasetin değişmeyen kirli oyunlarını, katı gerçekliğini yazı sanatının imkanlarıyla gösteren yazarlar, onlarca gazetecinin, analizcinin, siyaset bilimcinin hedeflediğinden çok daha fazlasını basit ama bir o kadar da güçlü hikayelerle başarıyor.

Hikayenin merkezinde 1988’de Şili’de yapılan plebisit (referandum) var. 30 yıl boyunca kendi yasalarıyla ülkeyi istediği gibi yöneten, muhalefeti şiddetle, türlü işkenceler ve baskı yöntemleriyle sindiren Pinochet, dünyanın da baskısıyla referandum yapmaya karar verir. Kazanacağından emindir. Ona göre halk sistemden memnundur, ‘ekonomi tıkırındadır’. Hikaye hala tanıdık mı geliyor? Devam edelim o halde…

Hikayeyi yazarından bağımsız anlatan Nico bir felsefe öğretmenin oğlu. Sınıfta ders anlatan babasının tutuklanmasına tanık oluyor. Sevgilisinin babası Bettini de babasının arkadaşı. O rejim tarafından işkence edilip kara listeye alınmış sol görüşlü bir reklamcı. Bir gün içişleri bakanı ülkenin kaderini belirleyecek referandum için ondan ‘Pinochet’ye Evet’ kampanyasını yürütmesini istiyor. Bu görüşmeden sonra on altı fraksiyondan oluşan muhalefet de kendisine ‘Pinochet’ye Hayır’ kampanyası teklifiyle geliyor. O iktidar tarafından işsiz bırakılmış yetenekli bir adam. Üstelik ‘Hayır’ kampanyasını yürütmemesi için açıkça tehdit ediliyor. İlkeler, erdem, adalet, vicdan, iyilik, kötülük gibi temel kavramlar bu noktadan sonra sorgulanıyor.  

Skarmetá felsefe öğrenimi görmüş, dolayısıyla birikimini hikayelerinde herkesin anlayabileceği düzeyde kullanıyor. Roman boyunca devam eden Platon’un ‘gerçekler ve gölgeleri’ alegorisi, ‘varlığın anlamı’ meselesini zarif ayrıntılarla hatırlatıyor. Sahiden neden Hiçlik yerine Varlık vardır? Neden bazıları ‘olabildiği kadar adalet’ yerine ‘mutlak adalet’ talep eder? Var olduğunu düşünebilen bir tür olarak ‘insan’ neden öleceğini bildiği halde asırlardır muktedire yenilmemek için mücadele eder? Hatta ‘kaybedeceğini’ bilen insan nasıl olur da umudunu kaybettiğini sandığı en dip noktada yeniden doğmayı becerir? Adaleti sadece uygulamak neden bizi adil biri yapmaz?

 

‘Benim generalim yüzde kırkla istediğini yapar’

 

İşte bütün bunların cevabını Pinochet’in tüm dünyada meşruiyet kazanmasını istediği bir referandum sürecinde muhalefetin sadece on beş dakika ‘Pinochet’ye Hayır’ propogandası yapmasına izin verilen  bir kampanyanın hazırlık sürecinde izliyoruz. İzliyoruz demem boşuna değil. Yazar, bir gencin dilinden aktardığı duygusal bir hikayeyle paralel giden anlatıcının ülkeye, siyasete, kendisine dair gözlemlerini, sinematografik bir anlatımla izlettiriyor.

Her manada güçlü bir iktidarın medya bombardımanı karşısında ülkenin bütün umutsuzlarına, kararsızlarına 15 dakikada mesaj vermeyi yazar Davut’la Golyat’ın savaşına benzetiyor. Haksız değil ve bakın bir Latin Amerika ülkesinin darbe hikayeleri, çelişkileriyle yaşadığımız ülkenin kokuşmuş basit gerçekliğiyle nasıl örtüşüyor: “Sevgili Senatör, ‘Hayır’ kampanyasının kazanabileceği konusunda iyimser değilim. İdeolojik olarak zehirlenmiş, korku içindeki bu ülkenin, ‘Evet’ karşısında oy kullanmaya cesaret edebileceğine inanmıyorum”. Bunu içişleri bakanına söyleyen meşhur reklamcı gerçekten yıllarca işsiz kalmış. Aslında o insanların umutlarını tüketenin ‘korkudan’ ziyade gündelik hayatın sıradan boğuculuğu, can sıkıntısıyla karıştırılan karamsarlık ve geçim sıkıntısı olduğunun farkında. Ve toplumu umutlandırmak için sadece 15 dakikası var.

O zifiri karanlık iklimde tünelin ucundaki ışığı ‘neşede’ görüyor. Evet, neşede! Hiçbir tedaviye yanıt vermeyen hastalıklı bir toplumu ‘yaşam sevinciyle’ uyandırma fikri çok mu romantik geldi size? Reklamcı Bettini’ye de öyle geliyor, o da bunalıyor, kaçıp gitmek, ölmek istiyor. Sıkılmayın hemen.

Nihayetinde kazanan ‘Hayır’  kampanyasına karşı, “Bu referandumun gerçek galibi Pinochet’dir, benim generalim yüzde kırkla canının istediğini yapar. ‘Hayır demek şahane bir şey’ diyen şarkılarla olmaz bu iş, siz bana kaybettiği zaman evine çekip giden diktatör göstersenize” diyebilen şuursuz bakanın çaresizliği eminim size de geçmişinizden, bugününüzden, geleceğinizden hikayeler çağrıştıracak.  

Reklamcının faşist rejimin savunucularına hatırlattığı gibi, yaşananları hazmetmekle unutmamak arasındaki derin uçurum bizim bu hayattaki kimliğimizi belirler. “ ‘Evet’ ve ‘Hayır’ arasındaki sürtüşme uzun sürecektir çünkü bu bir ölüm kalım meselesidir”. Farklı düşüncelere hayat tanımak ya da onları öldürmek arasındaki fark,  bizim ne kadar insan olabildiğimizi gösterir çünkü.

Bazen şiirin canavarı yenebilmek için sadece biraz neşeye, karanlık dehlizlerde saklanan umudu dirilten güçlü kelimelere ve içtenliğe ihtiyacı vardır. Tarihi, jilet gibi incecik kesen bir şiirle, neşeli bir melodiyle, iç burkarken ümitlendirebilen bir hikayeyle, güzel bir filmle hatırlamak da mümkündür. 15 dakikanın 15 senelik zulmü bitirme ihtimalini sakın küçümsemeyin. Siyasetçiler, zulmedenler, onlara biat edenler, korkaklar, vicdansızlar bir gün nasılsa unutulur. Geriye varlığın manasını hatırlatan ‘yaratıcıların’ toplumu ayakta tutan değerleri ve onlara saygı duyanların unutulmaz mücadelesi kalır.

*Antonio Skarmetá / Gökkuşağı Günleri – Kırmızı Kedi Yayınları/Çev. Pınar Savaş

 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”