26 Temmuz 2015

Savaşın uğultusunda bölük pörçük yaşamlar

Savaşlar biter, diktatörler ölür... Her daim ve sadece ‘kelimelerin’ gücüyle anlatılan hikâyeler kalır geriye

Burada yaşamak hiç kimse için kolay değil, yazanlar için de öyle. Asude bir yaz günü, hafta sonunda insan-tabiat ilişkisini farklı boyutlarıyla anlatan bir kitap hakkında yazmayı planlarken, genç, kadın, çocuk otuz iki kişiyi alçakça parçaladılar. Yetmedi, ülkenin her yanından çatışma, şiddet, saldırı, cenaze haberleri gelmeye başladı. O da yetmedi tepemizde ‘başkanlık’ hayali için tepinenler ülkeyi yangın yerine çevirmek için siyasi-hukuki hiçbir meşruiyete sahip olmadıkları halde ülkeyi çözümsüz bir ‘savaş cehennemine’ soktular.

O yazıyı erteledim. Onun yerine daha evvel yine başka bir savaşın eşiğinde yazdığım, bende derin bir iz bırakan özel bir yazarı, romanı ve yazıyı paylaşmak istedim. Bugünler de geçer elbet. Edebiyat-dil-yazı, barış kültürünü canlı tutmak için sahip olduğumuz en sağlam araçlardan biri. Savaşlar biter, diktatörler ölür. Her daim ve sadece ‘kelimelerin’ gücüyle anlatılan hikâyeler kalır geriye.

 

Savaşın uğultusunda ‘Bölük Pörçük Yaşamlar’

 

Hayat istemeden, bazen taammüden gidenlerin bıraktığı yokluğun üzerine kurulmaya mahkûm olduğunda, kunt bir ağacın yarılmasını anımsatan sesi işitirsin. Ve o derin çatlamayı bir daha hiç unutmazsın.

Bu dünyadaki her şeyin ondan kalanlarla ilişkilidir artık. Kurumuş sonbahar güllerine, seher vakti menevişlenen bulutlara, miskin denize bakıp artık olmayan birine sayıklarsın. Açık kalan pencerelerden içeri sızıp saçlarına konan ak bir kuştüyünü, eve yeni geleni kıskandığı için küsen mandalina ağacının tek mahcup meyvesini, rahim, tohum ve toprak arasındaki sağlam ilişkiyi, arzulamanın en sade halini sadece ona anlatmak istediğini bilirsin. Yokluğun neden olduğu ‘büyük boşluk’ bazen böylesine saf ve çaresizdir. Şu yaşadığımız modern ve vahşi dünyanın tekinsiz çukurunda ‘onu’ neden ve nasıl kaybedeceğini de bilemezsin. Bir bomba, hedefini şaşırmış bir kurşun, ihmal edilmiş bir uyarı ya da zamanı, hatıraları, geleceği aniden paramparça eden bir öfke kıvılcımı...

Onları düşünüyorum bugünlerde. Tanrı’nın çağrısını beklemeden ölü taklidi yapanları. İnsanları O’nu kullanarak ölüme davet eden ‘savaş çığırtkanlarını’, ‘haysiyet’ sayıklamalarını utanmadan dilini bilmedikleri ölü bedenlerin üzerine kusanları, kanla lekelenen hafızalarını kireç taşıyla gömenleri. Acılarını kaybettikleri yerde aramayı unutmuşlar sanki.

Barış gününde bile savaşsız duramayan insanlığın aslında hiç değişmeyen aktörlerine bakınca tanıdık bir bezginlik kuşatıyor uğultulu zihnimi. Yeniye, değişime, ruhu bu kısırdöngünden çıkaracak olan güce olan umudunu hepten yitiren bir meczup misali yumuşak halımın üzerine yüzükoyun uzanıp eksik kalan yaşamların arzularını tamamlıyorum. Arada bağdaş kurup kim bilir hangi rüzgârların, nehirlerin, okyanusların yonttuğu taşlarımı boyarken kulağıma anlaşılmaz gelen mırıltılar işitiyorum. Ne de olsa başka coğrafyaların diliyle konuşuyorlar. Vaktiyle altını çizdiğim eski cümlelerle, dilin ölüme, savaşa, kötülüğe direnen gücünden bahsediyorum. Çoktan unutulmuş ‘kimsesiz’ şiirler okuyorum onlara. Neruda, usul bir güz ninnisi fısıldıyor kulağımıza; “Saat yedi buçuğuydu güzün/ Ve ben bekliyordum/ Kimi beklediğim önemli değil./ Günler, saatler, dakikalar/ Bıktılar benle olmaktan/ Çekip gittiler azar azar/ Kaldım ortada tek başıma... Kalakaldım tek başıma/ Yalnız bir at gibi/ Otların üstünde ne gece, ne gündüz/ Sadece kışın tuzu.. Öyle kimsesiz kaldım ki/ Öyle bomboş/ yapraklar ağladılar bana/ Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi/ Düştüler son yapraklar...” Şiir çekirdeğinde sakladığı saf hüzne rağmen nasıl da okşayarak iyileştiriyor.


Umutsuzluğu iyileştiren bir kitap


Sonra heyecanla karıştırdığım yeni kitapları bir kenara yığıp vaktiyle çok severek okuduğum bir kitaba uzanıyorum. Anne Michaels de ölümü kutsayanların hainliğini yüzlere çarpacak tek gücün dil olduğuna yürekten inanıyor. O her yazdığı kitabı ödüller ve övgüyle karşılanan, edebiyatı dilin, tarihin, inancın, felsefenin ve insani değerlerin buluştuğu yerde maneviyatıyla yücelten bir yazar. Belki romanlarını bir şair olmanın buruk bilinciyle mısra mısra genişleterek yazabildiği için okuyanın hem kalbine, hem aklına çok derinden nüfuz edebiliyor. John Berger Bölük Pörçük Yaşamlar için, “Mucize gibi yaratılmış, umutsuzluğu iyileştiren bir kitap” diyor.

Bana iyi mi geliyor bilmiyorum. Ne zaman bu kitabın sayfaları arasında hatıralarla seyahat etsem içim tarif edemeyeceğim bir dalgalanmayla kamaşıyor. Sadece içeriği değil, onu paylaştığım bir dostumun sandığım yerde durmadığını idrak etmek gibi basit bir kırılma da canımı yakıyor olabilir. O yaşadığı sürece bana bir şey olmazdı. Öyle demişti bir keresinde. Tıpkı romanın kahramanı güçlü, savaşçı ve bilge Athos gibi korkusuzdu. Titiz bir cerrah misali duyguların içini açıp gösterirdi. Ketum sevgisinin yararsız olmadığını ispat etmek için yalanlarından şiir yapardı bazen. İz bırakan romanlar biraz öyledir. Kitabın kokusu, bir sözcük, bir yer ismi, tek kalmış bir ayakkabı imgesi bazen sarsar insanı. Sadece unutulmayan cümleleri ve kahramanlarıyla değil, size ifade ettikleri zamanın ruhuyla,doldurdukları duygu boşluklarıyla da hatırlanırlar.


Bir ‘Athos’um olsun isterdim...


Hayatımın farklı dönemlerinde kalemlerle kanaviçe yapar gibi deldiğim sayfalardan birinde bulduğum cümle, kimseyi, hiçbir ırkı, toplumu sonsuza kadar yeryüzünden kazınamayacağını da söylüyor:“Cinayet, insandan geleceğini çalar. Ölümünü çalar insandan. Ama yaşamını çalmamalıdır.”

Yunanistan’da başlayıp Kanada’ya kadar uzanan çok katmanlı hikâye, İkinci Dünya Savaşı sırasında kurtardığı bir çocuğa şiiri, dilin sihrini, savaşın vahşetini ve her şeye rağmen bu hayatın başka türlü yaşanmasının da mümkün olduğu hakikatini öğreten Athos’un hikâyesi. Adı Jakop olan o çocuk büyüyüp şair oluyor. Bir uğraşı da savaştan kalan yayımlanmamış yazıları çevirmek. Sayısız elyazmasını, günceyi, yok edilen tanıklıkları, hafızada gizlenenleri gün ışığına çıkarmak için bütün bir hayatını feda ediyor. Yazarın giriş notundan bu hikâyenin kurgudan ibaret olmadığını anlıyoruz. Jakop Beers, altmış yaşında Atina’da bir kaza sonucu ölmeden evvel anılarını yazmaya başlamış: “İnsanın savaş deneyimi, savaşla sona ermez asla. İnsanın eseri, tıpkı yaşamı gibi, asla tamamlanmış değildir.”

Roman, sözcükleri tohum gibi geleceğe saçılacak bir destan, savaşa, kayıp aşklara bir ağıt gibi yazılmış. Elli yaşındaki bir dil bilimcinin yedi yaşındaki çocuğa öğrettiklerini hatırlamak beni yoruyor biraz. Bu hayatı terk ettikten sonra parmak uçlarımda bile ‘varlığını’ sarsılmaz bir güven duygusuyla hissedebileceğim bir ‘Athos’um olsun isterdim. Kim istemez? Yeryüzü kadar sürprizli, büyük bir hediye edebilecek birisini arayıp dururuz. Hiç bulamayacağımızı bilsek de aramaktan vazgeçemeyiz. Dünyanın bütün fenalıklarından bizi kurtaracak olan o deruni ‘sevgiyi’ bulma umudu nerede saklanıyor olabilir ki? Zamanın kabuğunu şefkatle soyan, görünmezi görünür kılan bir büyücünün ceplerinde belki...


‘Herkes uyursa dünya yok olur’


Bugünlerde gizli kalmış ve terk edilmiş yerler uzmanı Athos’un peşinde sürüklenmek istiyorum. Savaşı bir hayat tasavvuru olarak kabullenenlere, ölmeye, öldürmeye mecbur bırakılan çaresizlere hiçbir şeyin sonsuza dek gizli kalamayacağı gerçeğini yazarların sesiyle anlatabilsek keşke. Anne Michaels’ın dokunarak iyileştiren şamanlar gibi bu hayatı güzelleştirdiğine inanıyorum. Yazar bir yerlerde birileri uyanık kaldığı için dünyanın yok olmadığını söylüyor; “Eğer kazara herkesin uykuda olduğu bir an olsa, dünya yok olurdu. Bellekten bağımsızlaşan dünya, rüya ya da kâbus burgacında kaybolurdu. Bedenin yalnızca bir ruh üretici, bir özlem fabrikası olduğu bir yere dönüşüp çökerdi.”

İyi ki ‘uyanık’ kalmaya ant içmiş sahici yazarlar var ve ben iyi ki Tanrı’nın bana bahşettiği lütufla onlarla buluşabiliyorum. Okur bir yazarı çok sevdiğinde, hayatta yapamadıklarını eserinde gerçekleştirdiğine inanıyor galiba. Onun yaşamaktan mahrum kalmasında böyle bir teselli buluyor belki, bilmiyorum. Onlarca dile çevrilip birilerinin hafızasına, geleceğine yerleşen, çok satma telaşına düşmeden okuruna kavuşan bir kitabın varlık sebebinde mutlaka keşfedilmeye ihtiyaç duyulan bir mana gizlidir. O kadarını sezebiliyorum.


Bir savaşın acısı neye bedeldir?


Eğer bir yazar size her şeyin bir bütünün parçaları olduğunu şiir inceliğinde cümlelerle anlatıyorsa ona içtenlikle kulak vermek lazım, dinleyin. Bir çocuk yabancı mezarlardan saklanmak zorunda kalan Yahudilerin halk meydanlarında başparmaklarından asıldığından bahsedecek. Savaşta büyük bir dikkatle bir limonu ikiye bölüp, emdikten sonra günlerce kokladığı kabuklarını, denizdeki bezelyeleri ve sümbül taneleriyle nasıl hayatta kaldığını anlatacak. Anlatıcının hayatı kutsayan diliyle savaşta yakınlarını kaybetmiş bir çocuğun ‘içi yanıp kül olmuş ama dış duvarları hâlâ duran bir binaya’ dönüştüğünü göreceksiniz. Arada ‘‘tahtanın büyük sırrı yanmasında değil, su üstünde yüzmesindedir” gibi sakin tek bir cümleyle sizi bildiklerinizden uzaklaştıracak. İnsan hafızasının hava akımlarında, nehir tortusunda milyonlarca yıldır özlemle göz kırpan yıldızlarda olduğunu hatırlayacaksınız.


Gelecekte bu topraklarda toplu mezarları kazmak zorunda kalacakların yüzünde, uyuyan çocuğunu seyreden annenin onu mezara koyarken kasılan yüz ifadesini de göreceksiniz. Bir savaşın acısı kâinatın tüm canlılarını kıvrandırır çünkü. Öldürerek hayata tutunanların bağışlanmayı dileyen seslerini işitmek hırpalayacak belki ama ancak onlarla yüzleşerek iyileştiğinizi kavrayacaksınız. Üzüntünün, yasın, hatırlamanın inatçı bir ruh gibi zamana yayıldığını, insanın icat ettiği işaretlerin göstermesi sizi de heyecanlandırmıyor mu?


Dillerin farklı tınıları...


Duvar yazılarındaki tek bir harfin bile ölüm kalım meselesi olduğu zamanları düşünün. Ya da emir komuta zinciri içinde ‘kardeşini’ öldürmek zorunda kalan ‘çocuk askerin’ çaresiz, kavruk ellerini. Sonra onları ait oldukları yere tutsak eden dillerin farklı tınılarını... Bunları iyi bir yazarın hikâyesiyle görmek, işitmek ürperterek sağaltıyor. Athos, çocuk şairiyle onun anlayacağı lisanda konuşuyordu:“Sevgi, bir yeri farklı görmeni sağlar, tıpkı sevdiğin bir insana ait olan bir nesneyi farklı biçimde tuttuğun gibi. Bir manzarayı iyi bilirsen, öteki bütün manzaralara farklı bir gözle bakarsın. Ve bir yeri sevmeyi öğrenirsen, bazen bir başkasını da sevmeyi öğrenebilirsin.”


Ve bir dilin sesini seversen, ötekilerin ormanlar, taşlar, sevdalar üzerine yazdığı şiirleri de seversin. İncil ilk kez başka bir dilde okunduğunda çıkan ayaklanma yüzünden insanların neden öldüğünü idrak edersen, bugün ‘kaybettiklerini’ daha iyi anlarsın. Eksik kalan bir hayatı tahayyül etmeye çalıştığında henüz bir kitap okuyamamış bir kız çocuğunun kopuk bedenini görürsen ölümden, savaştan beslenenleri neyin beklediğini hücrelerinle hissedersin.

Athos’a gerçek yürek ne büyüklüktedir diye sorulduğunda, “Bir avuç toprağın büyüklüğünü ve ağırlığını düşün” diyor. Ben düşünüyorum ve galiba hissediyorum.

Anne Micheals-Bölük Pörçük Yaşamlar

Timaş Yayınları

Not: Yazarın kaleme aldığı senaryoyla sinemaya uyarlanan roman ‘Fugitive Pieces’ ismiyle vizyona çıkmıştı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”