01 Mayıs 2017

Taksim: Azıcık demokrasi meydanı!

"Ustam geldi sırtıma vurdu..."

Yine yasaklı bir 1 Mayıs'tan geçerken Türkiye'de kelimelerin, cenazelerin, "suç"ların, eylemlerin, nihayet meydanların bölündüğünü düşünmeden edebilir misiniz?

15 Temmuz'daki darbe girişiminin ardından haftalarca "demokrasi mitingleri"ne açık tutulan Taksim, 1 Mayıs kutlamalarına bir kez daha kapalı. Böylece "azıcık demokrasi"nin meydanı da olmaya tayin edilen Taksim, iktidarda devletleşen, otoriterleşen AKP'nin de hikâyesidir.

37 yıl geçti, ancak demokrasinin Taksim'e mesafesi 12 Eylül anayasası ve yasalarının mesafesini geçemedi.
"Suçu önleme" yerine ifade özgürlüğünü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını önlemeyi yeğleyen devlet, yerli yerinde duruyor.
Oysa 1 Mayıs, nice kanlı hatıraların, nice yasaklı yılların ardından 2008'de "Emek ve Dayanışma Günü" olarak bu ülkenin de parlamentosundan geçmiş, 2009'da da "resmi tatil" ilan edilmişti.
Nihayet 1 Mayıs 2010'da, 33 yıl sonra ilk kez Taksim meydanı işçi sendikalarının, emekçilerin ve dileyen herkesin kutlamasına açıldı. Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan'ın verdiği rakamla 2010 yılında 1 Mayıs için Taksim'de 100 bin kişi toplandı. Erdoğan, 2 Mayıs 2010'da, "Türkiye'nin 1 Mayıs 2010'daki bayram manzarasını yaşamak için 32 yıl beklediğini, 1 Mayıs'ta Taksim yasağının kaldırılmasının ülkedeki demokratikleşme mücadelesinin başarısı olduğunu" söyleyecekti.
Peki sonra?
Sonra Taksim ve meydan yasaklarına dönüldü. "1 Mayıs'ta Taksim yasağını kaldırmak demokratikleşme mücadelesinin başarısıysa", Taksim yasağına geri dönmek de onun tersi olmalıydı. Ve öyle de oldu. İstanbul yıllardır 1 Mayıs'ta büyük bir sıkıyönetim yaşıyor. Taksim denizden, yeraltından, yerüstünden sadece sendikalara, emekçilere değil bütün İstanbullulara, hayata kapatılıyor. Kimi zaman Taksim'deki kazılar oluyor bahane, kimi zaman güvenlik, kimi zaman şehir düzeni. Ve iktidar on binlerce polisle şehir düzenini kendisi altüst ederek 1 Mayıs yasağını iştahla, inatla uyguluyor.

 

Darbe yasasının düzeni

 

AKP 1 Mayıs konusunda sadece 2010'dan geri dönmedi. 1 Mayıs yasakları, darbe anayasasında yapılan düzeltmenin de gerisinde kalan ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) reddettiği kararlarla fiilen uygulanıyor.

Hatırlayalım.
Darbenin yapıldığı 12 Eylül 1980'den ilk seçimlerin yapılmasının ardından parlamentonun toplandığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar geçen 39 aylık süre, siyasal tarihimize "Milli Güvenlik Konseyi dönemi" olarak geçti. Kenan Evren liderliğindeki darbeci generallerin ülkeyi yönettiği Milli Güvenlik Konseyi döneminde 669 yasa çıkarıldı. 

Bugün uygulanan Olağanüstü Hal Kanunu'ndan Siyasi Partiler Kanunu'na, temel ve siyasal haklara uzanan çok sayıda yasa da bu dönemde çıkarıldı. 
Aradan geçen zamanda bazı hükümleri değiştirilmesine karşın bu darbe dönemi yasalarındaki temel yaklaşım korundu, bugüne kadar yaşatıldı. 

İşte o yasalardan biri de 6 Ekim 1983 tarihini taşıyan Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'ydu.

Türkiye, geleneksel "anayasa fetişizmi" ile demokratikleşme çabalarında anayasa tartışmalarına saplanıp kalırken, dikkatlerden uzak tutulan bu yasalar demokratik hakları cendereye sokarak darbeyi on yıllara yayma işlevini yerine getirdiler. 12 Eylül yasasıyla kafası arasındaki koalisyonunun sonuçlarından biri de, 1 Mayıs'larda gelenekselleşen Taksim yasağıdır.

 

Anayasada 'şehir düzeni' kriteri kaldırıldı

 

Üstelik AKP bu tavrıyla, zaman içinde 12 Eylül Anayasası'nda kendi iktidarından önce yapılan iyileştirmeden de geriye gitti.
Onu da hatırlayalım.
"Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı"nı düzenleyen anayasanın 34. maddesinde 3 Ekim 2001'de önemli bir değişiklik yapıldı.
Yapılan değişiklikle anayasanın 34. maddesindeki "şehir düzeninin bozulmasını önlemek amacıyla yetkili idarî merci, gösteri yürüyüşünün yapılacağı yer ve güzergâhı tespit edebilir" hükmü, anayasadan çıkarıldı.

Son derece önemli, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının özünü korumaya yönelik bir değişiklikti bu. Değişiklikle iki temel esas anayasaya yansıtılmıştı. Birincisi; toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkının "toplantı ve gösteri yürüyüşünün yapılacağı yeri seçme hakkını" da kapsadığıydı.

Değişiklikle karşılığını bulan diğer temel esas da, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkını kullananların, seçtikleri alanla şehir düzenini geçici bir süre bozarak da seslerini duyurmasının, bu hakkın özüne uygun bulunmasıydı. 
Şehirlerden, meydanlardan uzak toplantı ve gösteri yürüyüşü alanları tespit etmek, bu hakkın özünü hedef alan bir müdahaledir. Toplantı ve gösteri hakkını kullananlar seslerini birbirlerine değil topluma duyurmak istedikleri için böyledir bu.

Nitekim AİHM de, DİSK ve KESK'in 1 Mayıs 2008'e dair başvuruları üzerine Taksim yasaklarını mahkûm ederken kararında bu noktalara vurgu yaptı. AİHM, "1 Mayıs yasaklarıyla  toplantı ve ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine, hükümetin kısıtlama için kullandığı gerekçelerin gerekli ve kanıtlanabilir olmadığına, toplantı ve gösteri yapma hakkının gösterinin yapılacağı yeri belirlemeyi de kapsadığına" hükmetti. AİHM, "gösterilerden günlük yaşam etkilense bile hükümetin, barışçıl hakkın gerçekleştirilmesi konusunda hoşgörülü olması gerektiğine" de vurgu yaptı.
Peki ne oldu?
2004 yılında, temel haklar konusunda Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaların iç hukuktan üstün olduğu yolunda muhalefetin de desteğiyle anayasada tarihi sayılabilecek bir değişiklik (madde 90) yapan iktidar, kararları iç hukukun üzerinde olan AİHM'in kararlarına uymuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Taksim yasaktır. İlla Taksim dersen bu aracın tekerine çomak sokmaktır” diyor.

 

Anayasaya aykırı

 

Anayasa 34. maddesinde "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir" dedikten sonra, evet "Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir" hükmünü öngörüyor. Ancak, 13. maddesinde de “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın, yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” kriterini getiriyor.
Bir başka deyişle, anayasanın 13. maddesine göre, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında iki temel sınır bulunuyor. Birincisi; “sınırlanacak hak ve hürriyetin özüne dokunulmaması.” İkincisi de, “sınırlamanın demokratik toplum düzenine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaması.

Yıllardır uygulanan 1 Mayıs yasaklarının toplantı ve gösteri hakkının özüne dokunmadığını, Taksim'i bütün İstanbul'a kapatmanın demokratik toplum düzenine uygun olduğunu söyleyebilir misiniz!

Evet, bugün yürürlükte olan hukuksuz düzenin en önemli ayaklarından biri toplantı ve gösteri hakkına ilişkin yasaklar. Referandum sürecinde "hayır" kampanyasına ilişkin organizasyonlara karşı sergilenen tavırla da bir kez daha gördük ki, Türkiye'de toplantı ve gösteri hakkı, sadece anayasada bahsi geçen bir hikâyedir. 
Cem Karaca'ya selam olsun, nasıl bitiyorsa o şarkısı, hâlâ memleketin hâl tercümesi sayılır:
Ustam geldi sırtıma vurdu unut dedi romanları 
İşçisin sen işçi kal giy dedi tulumları!

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?