16 Eylül 2014

'Parlamenter başkan' Erdoğan, Davutoğlu'na 'muhatap'ın kim olduğunu gösterdi!

Erdoğan Başbakan olsaydı, bu Cumhurbaşkanı'na ne derdi?

Tayyip Erdoğan, Katar'dan Türkiye'ye dönerken aylardır öne sürdüğü cumhurbaşkanlığı modelinin ilk önemli icraatını yaptı. Erdoğan tarzı bir"parlamenter başkanlık" sistemi karşısındayız!

Cumhurbaşkanı Erdoğan, açıklamalarıyla, bir gün önce gazetecilere "Muhatap Erdoğan değil, benim" diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun iddiasını da havada bırakıyor. 

Evet, "Muhatap benim" diyen Davutoğlu, Erdoğan'dan önemli bir düzeltme de almış oldu. Erdoğan'ın açıklamalarından bir gün önce İstanbul'da bazı gazetelerin yayın yönetmenleriyle bir araya gelen Başbakan Davutoğlu'nun bazı sözlerini hatırlayalım:

 

"Bakın, son bir aya bakın. Yeni bir dönem başlıyor. Hem Cumhurbaşkanı hem hükümet yeni. Kutuplaştıran tavırlar kimlerden geldi? Mesela Sayın Cumhurbaşkanımız 10 Ağustos akşamı yeni bir çağrıda bulundu, ‘Yepyeni bir dönem başlıyor’ dedi. Adil ve meşru bir seçimle geldiği konusunda kimsenin tereddüdü yok. O günden bugüne Cumhurbaşkanımız herhangi bir şekilde bir siyaset tartışmasının parçası olmadı.

(…)

Çağrıda bulunuyorum, artık Bahçeli ve Kılıçdaroğlu’nun muhatapları Cumhurbaşkanımız değil, muhatapları benim. Saldıracaklarsa, eleştireceklerse, siyasi kültür içinde davranmaları lazım. Cumhurbaşkanımız artık siyasetin üstündedir ve bu tavrını sürdürüyor."

 

Davutoğlu'nun, "kutuplaştırıcı söylem"i muhalefet liderlerine bağlaması, bu konuda kendisini "Öfke bir hitabet sanatıdır" diyecek ölçüde ilan etmekten çekinmeyen Erdoğan'ın sicili karşısında sadece tebessümle karşılanabilir. Ana muhalafet partisi liderine "Alevi olduğunu açıklama" çağrısı yapmaktan "Affedersiniz bana Ermeni dediler"e uzanan Erdoğan'ın kutuplaştırıcı, ayrımcı söylemi uzun bir liste tutar, ancak konumuz bu değil. 

 

Erdoğan Başbakan olsa,
kendi sözlerine ne derdi?

 

Davutoğlu'nun "Muhalefetin muhatapları Cumhurbaşkanımız değil, muhatapları benim. Saldıracaklarsa, eleştireceklerse, siyasi kültür içinde davranmaları lazım. Cumhurbaşkanımız artık siyasetin üstündedir ve bu tavrını sürdürüyor" sözlerinden bir gün sonra, Erdoğan Katar'dan dönerken uçakta gazetecilere önemli açıklamalar yaptı. Davutoğlu'nun muhalefet liderleri için işaret ettiği "siyasi kültür içinde davranma" ölçüsüne bir cumhurbaşkanı söz konusu olduğunda asla uymayan açıklamalardı bunlar. Özetle hatırlayalım:

 

- Suriye ve Irak'ta tampon bölge işinin teknik boyutu Silahlı Kuvvetler'de. TSK çalışıyor, önümüze getirecekler, gerekirse karar vereceğiz.

- Müslüman Kardeşler'in sürgündeki yöneticilerinin Türkiye'ye gelme talepleri olursa bakarız, engel yoksa gerekli kolaylığı gösteririz.

- Bank Asya'da dip yapma süreci var. BDDK kararını vermeli, aksi takdirde sorumlu olur. Bankacılık kuralları var, taşıma suyla değirmen dönmez. Takip edip bilgi almalıyız, ben takipteyim.

- Ekonomik bir risk söz konusu değil. Kredi derecelendirme kuruluşlarının açıklamaları siyasi, ekonomik ve bilimsel bir temeli yok. Başbakan'a söylerim, gerekirse Fitch ve Moody's ile ilişkileri keseriz. Bunlar bize bir şey kazandırmış değil.
- Hükümetle haftada bir görüşmeye mecbur değilim. Bu haftada üç de olur, dört de...

 

Bağlılık yemini ettiği anayasa uyarınca yürütme organının "yetkili ve sorumlu" lideri Başbakan'ın, "Onu değil, beni muhatap alın" diyerek "siyasetin üstünde" olduğunu iddia ettiği Cumhurbaşkanı bu. Sadakat ve koruma yemini ettiği anayasa uyarınca "yetkisiz" ve dolayısıyla "sorumsuz" olan Cumhurbaşkanı Erdoğan bu.

Bir an için 10 Ağustos seçimlerini başka bir adayın kazandığını ve "Başbakan'a söylerim, gerekirse Fitch Moody's ile ilişkileri kessin… İstersem haftada üç dört kez hükümetle görüşürüm"den itibaren yukarıdaki sözleri söylediğini varsayın.

Ne olurdu, sorusunun yanıtı elbette meçhul değil, Erdoğan "Başbakan" olarak kıyameti koparırdı.

Velhasıl bulunduğu makama göre bir düzen inşa etmeye çalışan Erdoğan, muhalefete değil ama Başbakan Davutoğlu'na gerçek muhatabın kim olduğunu göstermiş bulunuyor.

 

Banka batırmaya çalışan bir devlet başkanı

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sözleri, ilk kez bir devletin bir bankayı batırma arzusunun en aşırı, emsali görülmemiş çabalarını da içeriyor. Cumhurbaşkanı, bağımsızlığı Bankacılık Kanunu ile teminat altına alınmış Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nu, çatışma hâlinde olduğu Gülen cemaati ile ilgisi nedeniyle batırmaya çalıştığı Bank Asya konusunda açıkça tehdit ediyor. Borsada tahtası yeniden açılmış, sermaye artırımı bildiriminde bulunmuş Bank Asya için, "Dip yapma süreci var. BDDK kararını vermeli, aksi takdirde sorumlu olur. Bankacılık kuralları var, taşıma suyla değirmen dönmez. Takip edip bilgi almalıyız, ben takipteyim" diyor. Açıkça "Bank Asya battı, ne duruyorsun el koy, yoksa suçlu olursun" mesajı verebiliyor.

 

Doğru, bir suç var, ama faili BDDK değil, Cumhurbaşkanı. Bankacılık Kanunu'nun 82. maddesi, Erdoğan'ın işlediği suçu yazıyor:

 

"… Kurum (BDDK), bu kanunla ve mevzuatla kendisine verilen düzenleme ve denetlemeyle ilgili görev ve yetkileri kendi sorumluluğu altında bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır. Kurumun kararları yerindelik denetimine tâbi tutulamaz. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi Kurumun kararlarını etkilemek amacıyla emir ve talimat veremez…"

 

Kanunun "İtibarın Korunması" başlığını taşıyan 74. maddesi, "Basın Kanununda belirtilen araçlarla ya da radyo, televizyon, video, internet, kablolu yayın veya elektronik bilgi iletişim araçları ve benzeri yayın araçlarından biri vasıtasıyla; bir bankanın itibarını kırabilecek veya şöhretine ya da servetine zarar verebilecek bir hususa kasten sebep olunamaz ya da bu yolla asılsız haber yayılamaz" hükmünü taşıyor. 

Kanunun 158. maddesi de, "Bu Kanunun 74'üncü maddesine aykırı davrananlar bir yıldan üç yıla kadar hapis ve bin günden ikibin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Yukarıdaki fıkrada yazılı fiil neticesinde özel veya kamusal bir zarar doğarsa verilecek ceza altıda bir oranında artırılarak hükmolunur" ifadesiyle yaptırımları düzenliyor. 

 

Evet, bir devletin yetkisiz ve sorumsuz başkanı, dünyada ilk kez kendi ülkesindeki bir bankayı batırmaya çalışıyor. Yönelttiği suçlamalar doğruysa neden o bankaya lisans sağlandığının hesabını vermeden, halka açık bir şirket olan o bankanın hissedarlarına verdiği zararı, mudileri için yarattığı mağduriyeti ve o banka battığında ayakkabı kutularından değil devletin cebinden çıkacak paraları umursamadan…

 

Hedef bankalar batırılsa da, yargı ve emniyet hallaç pamuğu gibi atılsa da, taşıma suyla doldurulan havuzlarda propaganda makinesi medyalar kurulsa da, vergi ve banka denetimleri hükümetin kılıcı gibi sallansa da, o tapeler bırakmayacak peşinizi. Zamanın, görmek istemeyenlerin de önüne koyacağı, hesabı er ya da geç sorulacak gerçek bu.

 

Ama olan biten de gerçek. Yetkisiz ve sorumsuz bir Cumhurbaşkanı'nın, anayasa ve kanunları umursamadan "parlamenter başkanlık" icadıyla yönettiği, bırakın "hukuk devleti" standartlarını, "kanun devleti" bile olamayan bir Türkiye… Ve bu manzaraya rağmen "Cumhurbaşkanı siyaset üstü. Muhatabınız benim" diyen bir Başbakan…

 

Evet, "zor oluyor bu işler, zor oluyor yalan söylemek…"

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?