29 Aralık 2011

Bir 'güvenlik' meselesi olmayarak Gülen cemaati...

Cumhuriyet’in “milli güvenlik rejimi” karakterinin, Türkiye’de sol ve


Cumhuriyet’in “milli güvenlik rejimi” karakterinin, Türkiye’de sol ve İslamcı akımlar üzerinde önemli sonuçları oldu. Hemen her sol aydının peşine bir kişi takan devlet, gerektiğinde yasaklar, gerektiğinde cinayetler (Sabahattin Ali), gerektiğinde basına sansür ve kapatmalar (Marko Paşa, Merhum Paşa, Malum Paşa) ile sola nefes aldırmadı.
Aynı rejimin İslami zemindeki sonucu da, tarikat ve cemaatlerin daima bir “güvenlik” meselesi olarak ele alınmaları, “tehdit” sayılmalarıydı.
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra başlayan AKP iktidarı; tarikat ve cemaatlerin cumhuriyet tarihi boyunca en rahat ettikleri dönemi de ifade ediyor. Tarikat ve cemaat üyeleri bu dönemde fişlenmediler, tehdit sayılmak bir yana itibar gördüler ve taleplerini daha açık dile getirmeye, hatta kendi aralarındaki hesaplaşmayı kamuoyu önünde yapmaya başladılar.
“Milli güvenlik rejimi”nin önemli sonuçlarından biri de, doktrine edilen gazetecilik üzerinde oldu. Basın ya “devlet” dilini kullanageldi bu ülkede ya da hâlâ çarpıcı örneklerini tanık olduğumuz “siyaset” dilini. Bu durum, olgulara gazetecilik mesafesi içinde yaklaşma olanağını ortadan kaldırdı. Bu gelenek, gazeteciyi tartışılan oluşumların ya tam içine sokarak “yandaş”, ya tam karşısına dikerek “hasım” olarak kullandı.
Önemli istisnaları bulunmakla birlikte, on yıllardır bu cephelerde üretilen malzemelerle tartışıyoruz. Her iki tarafta da malzeme üretilen önemli konuların başında cemaatler var.

Fethullah Gülen
cemaati de, bu geleneğin gazetecilik açısından yarattığı sorunlarla karşımızda duruyor. “Gülen cemaati ne yapıyor” sorusuna Tunceli özelinde dört gündür vermeye çalıştığım cevapların ardından, hareketin güncel fotoğrafında dikkat çeken bazı noktalara işaret etmek istiyorum. Ancak önce bir “cemaat” notu düşelim.

Cemaat ‘cemaat’ olarak anılmak istemiyor

Gülen cemaati - ve yanlış bilmiyorsam - Fethullah Gülen'in kendisi, hareketin “cemaat” adıyla anılmasını arzu etmiyor. Gülen ile izleyenleri, cemaat için “gönüllüler hareketi” veya “Gülen hareketi” ifadesini tercih ediyor. Cemaat bünyesindeki okulların da “cemaat okulu” olarak adlandırılmaması, “hizmet hareketi” ifadesinin tercih edilmesi arzu ediliyor. Cemaat temsilcileri, doğal olarak, “en doğru tanımın, hareketin kendisini nasıl tanımladığında olduğunu” belirtiyorlar. 
Adlandırmada arzu edilen ifadelerin, “cemaat” isminden daha kapsayıcı olduğu düşünülüyor olmalı. Ancak bırakın “Gülen cemaati” demeyi, uzun bir süredir Türkiye'de sadece “cemaat” adı bile öncelikle “Fethullah Gülen cemaati”ni temsil ediyor. Diğer yandan, Türkiye’deki cepheleşme, cemaat temsilcilerinin arzu ettiği adlandırmanın yaygın olarak kabul edilmesinin daha uzun bir zaman gerektirdiğini gösteriyor.

Cemaat neden tartışılıyor?

Gülen hareketi, AKP iktidarı döneminde en çok tartışılan cemaat oldu. Bu durumun nedenlerinden biri; cemaatin kazandığı güç ve etki ile bu durumun cemaat medyasında “rövanşist” bir üslupla yansıtılması oldu.
Hareketin tartışılmasındaki diğer nedeni , Prof. Tayfun Atay’ın cemaati “post modern tarikat” diye nitelemesinin gerekçelerinde aramak gerek. Gerçekten de Gülen cemaati, Türkiye’nin dünyaya en açık İslami grubu oldu. Cemaatin dünyaya açılma vizyonuyla “Dinler arası diyalog” girişimini ortaya koyması, geleneksel İslamcı gruplar arasında tepki yarattı. “Yeni bir din mi icat ediliyor”a varan bu tepkiler üzerine cemaat bu girişimin adını “Kültürler arası diyalog” olarak değiştirmeyi tercih etti.
Aynı vizyonun sonuçlarından birisi; Türkiye’de hem ulusalcılar, hem İslamcılar, hem asker, hem de siviller tarafından geleneksel olarak hedef alınan misyonerler konusunda gözleniyor. Kendisinin dünyadaki çalışmaları da “misyonerlik faaliyeti”ne benzetilen Gülen cemaati, Türkiye’de de Hristiyan misyonerlerin inançlarını yaymaya çalışmalarının “demokratik bir hak” olduğunu kabul etti. Cemaatin kurumsal yapısı olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın TBMM’ye sunduğu yeni anayasa raporunda bu açılıma da yer verildi. Cemaatin, cemevlerinin ibadethane sayılması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması taleplerini de bu bahiste not etmek gerekir.
Cemaatin tartışılmasındaki diğer boyut, İslamcı-muhafazakâr çevrelerde zemin buluyor. AKP’yi kuran çekirdek kadronun da içinde yetiştiği Milli Görüş çizgisinde Gülen cemaati eleştiriliyor. Mehmet Şevket Eygi, Milli Gazete’deki köşesinde cemaati Katolik örgütlenme olan “Opus Dei”ye benzetiyor, devlette kadrolaşmakla suçluyor. Aynı çevrelerde cemaat “şeffaf” olmadığı iddiasıyla da eleştiriliyor. AKP MKYK üyesi Ayşe Böhürler’in, Yeni Şafak’taki köşesinde de şeffaflık eleştirisi yapıldığını hatırlatalım.
Nakşibendi geleneğinin önemli kollarından İsmailağa cemaatinde de, Gülen hareketini “ılımlı İslam” projesinin aktörü olarak görenler var. 

AKP – cemaat ilişkisindeki tahammül dengesi
 
Nihayet Gülen cemaati, AKP iktidarı ile ilişkisi açısından da tartışılıyor. Herhangi bir siyasi partiden önce kendi bekasıyla ilgilenen bir hareket olan cemaate AKP zirveleri belli bir mesafeden bakıyor. Ancak “ittifak” içinde bir mesafeden söz ediyoruz. AKP pragmatizminin medya grubu, okulları, yurtları ve dersaneleriyle bu kadar hacim kazanan bir cemaati dışlamama; cemaat pragmatizminin de üç genel seçimden de oylarını artırarak yüzde 50’ye yaklaşan desteklerle çıkan güçlü bir iktidarla bilek güreşine girmeme iradesinin ortaya koyduğu bir ittifak bu. Bu ittifak, Tayyip Erdoğan liderliğinin cemaat üzerindeki baskılayıcı etkisini de şimdilik tolere edebiliyor.
Tam bu noktada, cemaatin geleneksel yaklaşımdaki gibi bir “güvenlik” meselesi, bir “tehdit” unsuru olarak değil; aksine bir “baskı grubu”, bir “sivil toplum örgütü” olma niteliğiyle ilgili bir meseleyle karşılaşıyoruz. Zira, iktidara karşı iktidar sahibi bir hareket olarak Gülen cemaati, AKP’nin etki alanı içinde hareket etme, karşılığında taleplerini belli ölçülerde elde etme çizgisi üzerinde bir dengede bulunuyor. Bu çizgi, örneğin cemaatin kurumsal yüzü olan ve adını “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” olarak belirleyen kurumun, Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü sorunlarına kayıtsız kalması gibi bir sonuç doğuruyor. Bırakın Uluslararası Basın Enstitüsü’nün (IPI) temsilci göndererek izlediği davalara isyan etmesini, TÜSİAD gibi bir işveren örgütü bile çevrecileri, üniversite öğrencilerini ve çok sayıda gazeteciyi “terör örgütü üyesi” suçlamasıyla tutuklatan baskılara tepki gösterirken “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı”ndan hiçbir ses duyamıyoruz. 
Avrupa Birliği de, Türkiye İlerleme Raporu’nda, basın ve ifade özgürlüğü ihlalleri konusunda mevzuatı ve hemen peşi sıra “uygulamalar”ı eleştirirken, cemaatin vakfı gelecekte savunamayacağı bir sessizlik ve kayıtsızlık içinde bu dönemi geçiriyor. Bu tutumda, Tayyip Erdoğan’ı kızdırmama kaygısının da etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Sivil toplum örgütü kriterleri karşısında cemaat

Buradan, Gülen cemaatinin “sivil toplum örgütü” niteliğiyle ilgili bir tartışmaya uzanabiliriz. Cemaatlerin “biat” geleneği nedeniyle “sivil toplum örgütü sayılamayacakları görüşünü bir kenara bırakalım. Zira, Türkiye’de partilere, sendikalara, derneklere bile hakim olan bir gelenek olarak “biat”ı sadece cemaatlere indirgemek hakkaniyetli olmaz! Ancak sivil toplum örgütleri, bir başka deyişle “hükümet dışı kuruluşlar” (=NGO: Non-governmental organizations) tanımları gereği, hükümetlerle uyum gözeten örgütlenmeler değil, netlik ayarını tam aksi yönde yapan gönüllü kuruluşlar olarak biliniyor. İktidarla uyumu da gözeten Gülen hareketinin bu açıdan tartışmalı bir görüntü sunduğunu söylemek abartılı olmaz.
Uzun süredir güncel bir mesele olan Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönüp dönmeyeceğine değinmeden önce, bir noktanın altını daha çizmemiz gerekiyor. Gülen cemaati, karşıtlarının örnek alması gereken bir örgütlülükle eğitim alanında son derece önemli çalışmalar yapıyor. 
Cemaatin bugün dokunulmaz hale geldiği iddiaları da, geçmişin ışığında değerlendirildiğinde tartışmasız görünmüyor. Zira, cemaatin “dokunulur” olduğu dönemlerde açılan ve sonuncusunun altında DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in imzası bulunan davalardan bir sonuç alınmış değil. Diğer yandan cemaat okullarından etkilenenler arasında, öğrencileri makam odalarında kabul eden “laikçi” tutumla özdeşleşmiş isimler de var. Örneğin 28 Şubat sürecinin mimarı dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden bu isimler arasında yer alıyor. 

Fethullah Gülen Türkiye’ye gelecek mi, gelecekse kalacak mı? 

Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönüp dönmeyeceği meselesine gelince… 
Gülen’in, 21 Mart 1999’da ABD’ye göç etmesinden sonra gündemden düşmeyen bu soru, dün bir kez daha soruldu. Medya Mahallesi’nde Ayşegül Arslan’ın konuğu olan Faruk Mercan, dönüşün 2013’te olabileceğini söyledi. Cemaatin önemli organizasyonlarından olan Abant Platformu’nun Genel Sekreteri olan ve “Fethullah Gülen” adlı bir kitap da kaleme alan Mercan’ın sözleri elbette önemli. Ancak, aradan geçen yaklaşık 13 yıldan sonra artık Gülen’in Türkiye’ye gelmesinden ziyade ülkesine kesin dönüş yapıp yapmayacağı daha anlamlı bir soru olarak görünüyor.
Cemaat içinde de, Gülen’in Türkiye’yi kısa süreliğine ziyaret edeceği, ancak yerleşmek üzere bir daha ülkesine dönmeyeceği yolunda tahminler dile getiriliyor. Bu tahminler; “Türkiye’de yoğun ziyaret talepleri nedeniyle Gülen’in çalışmaya ve dinlenmeye olanak bulamaması, dünyadan gelen önemli ziyaretçiler için ABD’nin daha elverişli bir ülke olması ve küresel düzenin merkezinde bulunmanın küresel hedefleri olan cemaatin lideri için daha uygun bir ikamet adresi olarak görülmesi”yle gerekçelendiriliyor.
Gülen sonrasında yola nasıl devam edeceği apayrı bir soru olan cemaatin güncel görüntüsünden satır başları böyle…


Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?