17 Nisan 2012

20 soruda, 28 Şubat soruşturması nereye uzanabilir?

İlk dalgasında 18 emekli askerin tutuklandığı 28 Şubat soruşturması nereye kadar uzanacak?

İlk dalgasında 18 emekli askerin tutuklandığı 28 Şubat soruşturması nereye kadar uzanacak?

Savcılar iddianameyi veya öncesinde soruşturmanın kapsamını açıklayana kadar dört başı mamur cevabı bulunamayacak bir soru karşısındayız.

Ancak şüphelilere sorgularda yöneltilen sorular, en azından bugün için odak noktasının ne olduğu konusunda bazı fikirler veriyor. Soru ve cevaplarla durumu anlamaya çalışalım:

1- 28 Şubat soruşturmasında hangi dönem büyüteç altına alınmış görünüyor?

Bugün için sahip olduğumuz bilgiler, soruşturmanın, 28 Şubat kararlarının kendisine değil,  kararlar sonrasında asker içinde gidilen örgütlenmeye odaklandığını gösteriyor. Zira şüphelilere yöneltilen sorular, 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından yaklaşık iki ay sonraya tekabül eden ve “Batı Çalışma Grubu” faaliyetlerinde yoğunlaşan bir örgütlenme üzerinde durulduğuna işaret ediyor.

 

MGK kararlarının kapsama girmesi zayıf olasılık

 

2- Soruşturmada 28 Şubat MGK kararlarının sorgulanması gündeme gelir mi?

Soruşturmanın nereye uzanacağı sorusuyla aranan cevaplardan biri bu, diğeri 28 Şubat döneminde medyanın konumunun nasıl ele alınacağı.

MGK kararlarının kendisinin soruşturma kapsamına girmesi, zayıf bir olasılık.

3- Neden zayıf bir olasılık?

Üç nedeni var. Birincisi; 28 Şubat sürecine ilişkin soruşturmanın hareket noktası 28 Şubat kararları olursa; bu durumda daha sonraki süreçte çeşitli örgütlenmeler içinde görülen çok sayıda askerin sorumluluğunu öne sürmek zorlaşır. O zaman; anayasal bir kurum olan MGK'nın aldığı kararları, yani devlet memuru olmaktan kaynaklanan görevleri yerine getirmeye çalışan insanlardan söz etmiş oluruz. Acaba öyle mi, aşağıda bu konunun ayrıntısına gireceğiz.

İkincisi; 28 Şubat soruşturmasının hareket noktası 28 Şubat 1997'de toplanan MGK'da alınan kararlar olursa, o kararların altında imzası bulunan, daha sonra o kararları gereğini yapmak üzere merkezde genel müdürlükler, illerde valilikler gibi kamu kurumlarına gönderen ve kararların uygulanması için “genelgeler” yayımlayan sivillerin de sorumluluğu gündeme gelebilir.

Üçüncüsü; kararlarını oylama yaparak alan MGK anayasal bir kurum olarak toplanıp kararlar alıyor ve o dönemdeki ifadeyle hükümete “bildiriyor.” Bu kararların demokratik olup olmadığı ile yasal olup olmadığı ayrı konulardır. Demokratik bir değerlendirme elbette MGK'nın o şekliyle varlığını ve hükümete talimat verir gibi “bildirimler” yapmasını bile sorgulamayı gerektirir. Ancak yargı; sadece parlamentonun iradesine dayanan yasalar çerçevesinde yargılama yapmak durumundadır.

 

Hükümeti yıkmaya teşebbüs eden hükümet üyeleri!

 

4- 28 Şubat'ta Bakanlar Kurulu üyesi olarak MGK'ya giren ve kararlara imza atanların sorumluluğunun da öne sürülmesinin ne sakıncası var?

Böyle bir iddia, halen “hükümeti yıkmaya teşebbüs” iddiası üzerinde odaklanan soruşturmanın yol haritasını değiştirir. Bir başka deyişle, soruşturma “hükümeti yıkma teşebbüsü” rotasından uzaklaşır. Zira böyle bir durumda yol haritası değişmezse “hükümeti yıkmaya teşebbüs eden hükümet üyeleri” gibi mantığı zorlayan bir tablo karşısında kalırız.

Diğer yandan, Bakanlar Kurulu'nun, 12 Eylül davasındaki gibi 28 Şubat davasına da müdahil olması durumunda, bugünkü hükümet üyelerinin REFAHYOL hükümeti üyeleriyle karşı karşıya gelmesi gibi bir görüntü de doğabilir.

 

28 Şubat toplantısının tutanakları açıklanabilir

 

5- MGK Başkanı olan Cumhurbaşkanı ile MGK üyesi askerlerin hükümet üyelerini bu kararları imzalamaya mecbur bırakmış olamaz mı?

Elbette olabilir, ki gerçek de bu doğrultuda görünüyor. Ancak bu durumda, söz konusu savunmanın hukuki açıdan hangi somut kanıtlarla ortaya konacağı önemlidir. Bu noktayı aydınlatacak en somut kanıt, 28 Şubat 1997'de toplanan MGK'da tutulan ve bugüne kadar açıklanmayan tutanaklardır.

6- MGK kararları açıklanabilir mi?

MGK ve MGK Genel Sekreterliği Kanunu'nun 10. maddesine göre, evet. MGK tutanaklarına ilişkin genel esas, bu tutanakların açıklamasının ve yayımlanmasının yasak olduğudur. Ancak bu konuyu düzenleyen kanunun 10. maddesi, MGK'nın karar alması durumunda tutanakların açıklanabileceğini de hükme bağlıyor. “Görüşme Tutanakları” başlığını taşıyan 10. madde aynen şöyle:

“Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında yapılan görüşmeler, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görevlileri tarafından usulüne uygun şekilde tutanakla tespit edilir.

Kararların asılları ve görüşme tutanakları Genel Sekreterlikte saklanır. Tutanaklar ve görüşmeler açıklanamaz ve yayınlanamaz. Kararlar Milli Güvenlik Kurulunun vereceği karara göre açıklanabilir veya yayınlanabilir.”

7- Tutanakların açıklanması neden önemli?

Biri genel, diğeri özel olmak üzere iki nedenden dolayı önemli. Cumhuriyet tarihine geçmiş bir toplantıda neler olduğunu, hangi konuşmaların yapıldığı, tartışma yaşanıp yaşanmadığı, yaşandıysa nasıl bir tartışma cereyan ettiğini bilmek bu ülkede yaşayan herkesin hakkıdır ki, genel neden bu.

Özel nedene gelince... MGK Başkanı olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, MGK Başkanvekili olarak Başbakan Tayyip Erdoğan'ın okumuş olduğunu varsaydığımız bu tutanaklar, hükümet üyelerinin önlerine konulan kararlara karşı tavrının tayininde en önemli belgeler olacaktır. Burada, MGK'ya giren hükümet üyelerinin tek partinin değil, iki partinin temsilcileri olduğunun altını çizelim.

 

'Hata üstüne hata' yapan hükümetin karnesi

 

8- REFAHYOL hükümetinin demokratik refleks açısından tavrını sorgulamamızı gerektiren göstergeler var mı?

Var. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan ile Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'in MGK üyesi bakanlarla birlikte bu kararları imzalamak yerine, gerekirse hükümetten çekilmeyi de içeren bir tavra yönelmemesi muhafazakâr çevrelerde de eleştirildi. Örneğin; Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki en önemli yayın olan Zaman gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, 12 Mart'ta yayımlanan “Söylemesi zor ama gerçek” başlıklı yazısında Erbakan'ın, hükümetin istifasını vermemek de dahil olmak üzere “hata üzerine hata yaptığını” yazdı.

REFAHYOL hükümetinin, demokratik refleksler açısından eleştirildiği noktalar 28 Şubat MGK'sı ve sonrasındaki tutumuyla sınırlı değil. 28 Haziran 1996'da Başbakanlık koltuğuna oturan Erbakan, o sırada DYP'li olan Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan ile birlikte Yüksek Askeri Şûra'da önüne konulan “irticai faaliyetleri” gerekçe gösterilerek ordudan atılacaklar listesini onayladı. Erbakan'ın bu tutumu, muhafazakâr-İslamcı çevrelerde hayal kırıklığı yarattı. Örneğin dönemin mağdurlarından İskender Pala, Ezgi Başaran'ın sorularını yanıtlarken (Radikal, 16 Nisan 2012), Erbakan'ın TSK'dan ihraç kararlarını imzalamayacaklarını sandıklarını, ancak yanıldıklarını anlatıyor.

REFAHYOL koalisyonunun demokratik refleksleri Susurluk sürecinde de sorgulandı. Hükümetin Refah Partisi kanadı devlet görevlisi-çete-mafya ilişkilerini ortaya döken Susurluk skandalı için “fasa fiso” diyebilmiş, Doğru Yol Partisi kanadı skandalın baş aktörü Abdullah Çatlı'yı “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” sözleriyle savunabilmişti. O hükümetin ilk İçişleri Bakanı Mehmet Ağar, 16 yıl sonra Susurluk ilişkilerinden dolayı mahkûm oldu.

 

REFAHYOL'un zayıf karnı

 

9- Bu örnekler, askerin sivillere demokrasi dışı dayatmada bulunduğu gerçeğini değiştirir mi?

Elbette değiştirmez. Ancak sivil iradenin gerçekçi değerlendirmesi yapılmadan o dönemin, siyasetin düzeyinin, medyanın durumunun netlik ayarı yapılamaz. REFAHYOL koalisyonu, sadece askerlerin baskıları nedeniyle değil; yanı sıra demokratik ilkeler yerine kişisel meseleler ve günlük ihtiyaçlar üzerine kurulan bir hükümet olarak da demokratik refleks geliştirmekte zorlandı. Unutmamak gerekir ki, 24 Aralık 1995 seçimlerinden birinci olarak çıkan Refah Partisi'nin lideri Erbakan, Çiller liderliğindeki DYP dahil, hiçbir parti koalisyona yanaşmadığı için hükümet kuramamış; askerlerin de zoruyla kurulan ANAP-DYP ortaklığının (ANAYOL) üç ay içinde dağılmasını beklemek zorunda kalmıştı.

Yine unutmamak gerekir ki DYP; liderinin servetine ve kamu ihalelerine ilişkin yolsuzluk iddialarını kapsayan soruşturma önergelerinin TBMM gündemine getirildiği ve örtülü ödenek skandalının patladığı sırada ANAP'la ortaklıktan ayrılıp Refah Partisi ile koalisyon kurmaya razı olmuştu. Bu önergeleri “Varan 1”, “Varan 2” diye TBMM gündemine getireceklerini açıklayan isimlerden biri, bugün Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül'dü.

Ve yine unutmamak gerekir ki; bugün AKP'yi kuran çekirdek kadro, yani Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve sonradan – biraz da medyanın aklına uyarak - ekipten kopan Abdüllatif Şener; Erbakan'ın demokratik tavır açığına da itiraz ederek ayrı bir oluşuma yönelmişlerdi.

Nihayet, Erbakan'ın Başbakanlık'tan istifasını arzu edenler arasında, Başbakanlık koltuğuna oturmak isteyen Çiller de vardı. Çiller'in Başbakanlığa ulaşma hevesi de, Erbakan'ın hükümetin başında kalma direncini zayıflatan nedenler arasında bulunuyor.

 

Cumhurbaşkanı'nı savcı değil Meclis suçlayabilir

 

10- Dönemin hükümet üyelerinin durumu bu, peki dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in durumu ne?

Cumhurbaşkanı, o günkü Anayasa metnine göre de, bugünkü Anayasa metnine göre de “sorumsuz”dur. Bir başka deyişle, Cumhurbaşkanı “re'sen” yaptığı işlemler konusunda suçlanamaz. Bunun tek istisnası “vatana ihanet” suçlamasıdır ki, bu suçlama da Anayasa'nın 105. maddesine göre savcılar tarafından değil,  TBMM üye tamsayısının en az üçte birinin (183) teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün (412) vereceği kararla yapılabilir.

Bu konuda, TBMM'de böyle bir suçlama için 412 milletvekilinin çıkıp çıkmayacağından başka bir mesele daha bulunuyor. Cumhurbaşkanı'nın suçlanması için 28 Şubat kararlarının “vatana ihanet” sayılması gerekir ki, bu durumda yine o kararların altında imzası bulunan hükümet üyelerinin durumu gündeme gelecektir.

 

Soruşturmanın odaklandığı dönem

 

11- Bu bilgiler ışığında başa dönelim; 28 Şubat soruşturmasının kapsamı ne olabilir?

Bugüne kadar yapılan sorgularda şüphelilere yöneltilen sorular, 28 Şubat 1997'de toplanan MGK'nın 18 maddelik kararlarının ardından askerin içinde gidilen örgütlenme ve yapılan icraatın üzerinde durulduğunu gösteriyor. Bu nedenle Batı Çalışma Grubu, Batı Eylem Planı, Batı Harekât Konsepti'ne ilişkin olarak yöneltilen sorular, tarih olarak 28 Şubat 1997'den değil, 1,5-2 ay sonraki Nisan 1997 döneminden itibaren cevaplar arıyor. Elbette, MGK kararları öncesine ilişkin olarak sorgulanabilecek belgelerin de önümüzdeki süreçte çıkması ihtimal dahilinde bulunuyor.

Ancak yine de Nisan 1997 tarihi önemli. Zira bu tarih, Genelkurmay Başkanlığı'nda yargı mensuplarına, üniversitelere, kamu yöneticilerine ve medyaya verilen brifing dizilerinin başladığı tarih.

12- Brifingler neden önemli?

İlki 29 Nisan 1997'de verilen ve Haziran ayı ortalarına kadar devam eden brifinglerde hükümet açıkça, ilan edilerek, Başbakan'ın fotoğrafları perdeye yansıtılarak hedef alındığı için önemli. Açılış konuşmasını dönemin Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'in yaptığı, sunumları dönemin Genelkurmay İstihbarata Karşı Koyma ve Güvenlik Dairesi Başkanı Tümgeneral Fevzi Türkeri'nin gerçekleştirdiği brifinglerde, önümüzdeki süreçte sorgulanması muhtemel olan üç önemli nokta öne çıktı.

13- “Demokrasi dışı dayatma” anlamında mı?

Evet. Bunlardan birincisi; bir dizi olay “irticaî faaliyet” bağlamında alt alta sıralandı ve REFAHYOL koalisyonu ile Başbakan'ın kendisi de telaffuz edilerek laik cumhuriyetin tehdit altında bulunduğu öne sürüldü.

İkincisi; Genelkurmay Başkanlığı'nın,”İç Güvenlik Harekât Konsepti” oluşturarak “Cumhuriyet'i hedef alan tehdit sıralamasını değiştirdiği” açıklandı.

Üçüncüsü de, yine Genelkurmay Başkanlığı'nın “irticaî faaliyetlere karşı Batı Çalışma Grubu”nu kurduğu ilan edildi. Bu karar, Korgeneral Saner tarafından şöyle duyuruldu:

“TSK, yasaların kendisine vermiş olduğu vazife doğrultusunda giderek artan irticai faaliyetleri değerlendirmiş ve buna istinaden Batı Harekât Konsepti'ni oluşturmuş ve nasıl daha önce iç güvenlikle ilgili bir teşkilat yapmış ise bu konsepte istinaden de Batı Çalışma Grubu'nu kurmuştur.”

14- Brifinglerde TSK'nın harekete geçmesi nasıl gerekçelendirildi?

Brifinglerde, TSK'nın harekete geçmesi gerekçelendirilirken iki nokta temel alındı. Bunlardan birisi; Genelkurmay'ın, “İslami kesimin, 28 Şubat 1997'de alınan MGK kararlarını her alanda cephe oluşturarak uygulatmamak için dayanışma içine girdiğini” vurgulamasıydı. Yani Genelkurmay, hükümetin uygulatmadığı ve/veya uygulatmakta geciktiği MGK kararlarını kendisinin uygulatmak üzere harekete geçtiğini ilan ediyordu. Burada önemli olan nokta, TSK'nın, bugün sorgulanan tavrının “meşruiyetini” 28 Şubat MGK kararlarına dayandırmasıydı.

TSK'nın harekete geçmesinde temel alınan ikinci nokta; bütün darbe ve müdahalelerin yasal gerekçesi olarak öne sürülen TSK İç Hizmet Kanunu'nun orduyu “Cumhuiriyet'i kollamak ve korumak”la görevlendiren 35. maddesiydi. Bu durum brifingde şöyle ifade ediliyordu:

Buraya kadar arz edilen iç ve dış gelişmelerin Türkiye Cumhuriyeti devletini hedef alması, Cumhuriyet'in temel niteliklerine karşı özellikle laikliği dinsizlik olarak algılayan siyasal İslamcı bir zihniyetin hâkim olması yönünde gayret sarf edilmesi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin durumdan vazife çıkarmak ve İç Hizmet Kanunu'na göre verilen ana görevleri doğrultusunda tehdidi yeniden değerlendirmesi keyfiyetini ortaya çıkarmıştır.

Bu noktadan hareketle; bilindiği üzere TSK'nın görevi, 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesinde 'Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kollamak ve korumaktır' şeklinde belirlenmiştir. Bu madde 1935 tarihli İç Hizmet Kanunu'nda da (Ordu Dahili Hizmet Kanunu – D.A) aynı şekilde ifade edilmektedir.

Bu görev TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nin 85/1. maddesinde 'Vazifesi, Türk yurdu ve cumhuriyetini iç ve dışa karşı, lüzumunda silahla korumak' şeklinde ifade edilmiştir.”

15- “Gereğinde silah kullanmak” sözü bu ifadelerden mi kaynaklandı?

Evet. Bu söz, o dönemde gazetecilik etiği açısından sorunlu yayınlar yapmakla birlikte medyanın değil, brifingde altı çizilen TSK İç Hizmet Yönetmeliği'nin “Cumhuriyet'i iç ve dışa karşı lüzumunda silahla korumak” ifadesinin sonucu olarak başlıklara çıktı.

16- Peki bu süreçte suçlanan ve suçlanacak askerler “MGK kararlarını uygulatmak için yasal görevimizi yaptık” diyemezler mi?

Diyeceklerdir, nitekim dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in medyaya yansıyan bazı ifadelerinde bu noktayı vurguladığı anlaşılıyor. Ancak burada önemli iki husus var. Birincisi; yine o brifinglerde 28 Şubat kararlarının, “askerin değerlendirmesi sonucu MGK gündemine geldiğinin” vurgulanması. Okuyalım:

“... Bu bağlamda; son dönemde Türkiye'de ivme kazanan, devletin sosyal, siyasi, ekonomik vehukuki temel nizamlarını tamamen veya kısmen değiştirerek şer'i esaslara dayalı bir düzen kurmayı amaçlayan irticaî faaliyetler, TSK tarafından değerlendirilerek, 28 Şubat 1997 tarihinde toplanan MGK'da başlıca gündem maddesi olmuştur...”

Diğer önemli noktaysa, MGK kararlarının, bugün sorgulanan askerin faaliyetleri için yetki verip vermediği olacaktır.

17- Soruşturma bu noktada mı ilerleyebilir?

Evet. Eğer bu soruşturma ve takip edecek dava “hükümeti yıkmaya teşebbüs” iddiasında odaklanacaksa; biri genel, diğeri özel iki ana yolda ilerlenecek. Genel olan birinci yolda; zanlıların savunmasının temeli olacak gibi görünen “Cumhuriyet'i kollama ve koruma görevi”nin kapsamı irdelenecek. Özel olan yoldaysa;  büyüteç altına alınan BÇG türü askeri örgütlenme ve icraatın  Anayasa ve yasalar karşısındaki durumunun sorgulanması bulunuyor.

Genel planda örneğin “Cumhuriyet'in, laiklik gibi temel nitelikleri arasında olan demokratik ve hukuk devleti olma vasıflarının neden dikkate alınmadığı” üzerinde durulabilecek.

Özel planda da, örneğin; ne 35. maddenin, ne de başka bir hükmün, sivil iradeye karşı harekete geçmek için askere meşruiyet sağlayamayacağı vurgulanabilecek.

 

Temel soru: Yetkiyi nereden aldınız?

 

18- Büyüteç altına alınan örgütlenme ve icraata ilişkin özel alanda nasıl ilerlenebilir?

Sürecin önemli boyutlarından birini bu nokta oluşturuyor. 28 Şubat'ta alınan MGK kararlarının, örneğin hükümetin açıkça suçlandığı brifingleri düzenlemek açısından nasıl bir yetki verdiği sorgulanabilecek.

Veya Başbakan'a bağlı bulunan Genelkurmay Başkanlığı'nın brifingler için izin alıp almadığı gündeme getirilebilecek.

Ya da “iç tehdit” sıralamasının değiştirilerek “irticanın birinci öncelikli tehdit” haline getirilmesinin MGK ya da hükümetin bir talimatına mı dayandığı, yoksa Genelkurmay Başkanlığı'nın - brifinglerde de dile getirildiği üzere – kendiliğinden mi harekete geçtiği sorgulanacak.

Batı Çalışma Grubu'nun hangi yasal yetkilerle kurulduğu ve “fişleme” olarak bilinen uygulamalarla “valilerden kaymakamlara, daire başkanlarından müdürlere kadar kamu yöneticilerinin siyasi görüşlerinin tespit edilmesi ve listelerin gizlice hazırlanarak askere iletilmesinin” nasıl bir yasal dayanağı olduğu da süreçte sorgulanacak.

19- Bu sürecin hukuki bir yargılama açısından dikkat edilmesi gereken boyutu ne?

28 Şubat sürecinin yargılanmasında konu, hangi tavır ve uygulamaların demokratik olup olmadığı değil, kimlerin Anayasa ve yasalarda bulunmayan yetkilerle hükümete karşı harekete geçtiğidir. Aksi halde, “Bakanlar Kurulu'na karar bildiren” bir MGK'nın varlığından parlamentoya girmek için partilere yüzde 10 barajı koyan darbe dönemi yasalarına kadar; hatta bugünkü soruşturma için 15 yıl bekleyen yargının durumuna kadar uzanırız.

Unutulmamalı ki; 28 Şubat brifingleri için Genelkurmay Karargâhı'nda tümgeneral rütbesindeyken görevlendirilen Fevzi Türkeri, AKP iktidarı döneminde Jandarma Genel Komutanı yapıldı. Ve AKP hükümetlerinde Milli Savunma Bakanlığı yapan Vecdi Gönül, “Sayıştay Başkanı” olarak Genelkurmay'ın REFAHYOL'a karşı brifinglerinin konuklarından biriydi.

Bu bağlamda önümüzdeki süreçte emirleri verenlerle emir alıp uygulamak durumunda kalanların birbirinden ayrılması, Yassıada benzeri yaralar açılmaması önem taşıyor.

Diğer yandan hükümete karşı yasal ve meşru zemin dışında hareket eden asker ve sivillerin tespitinde somut belge, ilişki ve kanıtlardan hareket edilmesi gerekiyor.

20- Soruşturma kimleri kapsayabilir?

Savcıların elinde ne tür kanıtlar var, bilmiyoruz. Ancak iç güvenlik harekât kopsepti bağlamında iç tehdit sıralamasını değiştirerek Batı Çalışma Grubu gibi oluşumları harekete geçiren komuta kademesi kapsama girebilir. Nitekim ilk dalgada tutuklanan en yüksek rütbeli isim olan dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir'in örneğin “Batı Harekât Konsepti” belgesinin altında imzası bulunuyor.

Gazetecilik etiği açısından sorunlu olmakla birlikte o dönemdeki medyanın durumunun – varsa belgeler ve kanıtlar eşliğinde ortaya konacak gizli ilişkiler dışında -  salt bazı yayınlar esas alınarak sürece dahil edilmesinin sorunlu olacağı açık. Salt bir hükümetin görevden uzaklaşmasını istemek ceza hukuku bağlamında suç teşkil edemez. Unutmayalım ki, Fethullah Gülen de, aynı dönemde Erbakan'ın Başbakanlığı bırakması çağrısı yapmış, daha sonra bu davranışından pişman olduğunu duyurmuştu.

28 Şubat soruşturması ve izleyecek davaya yapılacak en büyük kötülük “intikam” duygusu olur. Tarihimiz, kötülüğün karşısına hukukla değil kötülük yapma kasdıyla çıkmanın bu ülkeye onur kazandırmayan örnekleriyle dolu.

Gazeteciliğin 27 Mayıs'ta, 12 Mart'ta, 12 Eylül'de ve 28 Şubat'ta düştüğü durumlara bugün talip olanların, daha yolun başındayken bir kez daha düşünmesinde yarar var.

 

Not: 28 Şubat soruşturması dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın da "şüpheli" olarak ifade vermek üzere gözaltına alınmasıyla yeni bir boyut ve güncellik kazandı. Doğan Akın’ın 17 Nisan 2012'de T24’te yayımlanan yazısını süreci anlamak için yararlı olacağı düşüncesiyle yeniden yayımlıyoruz.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?