21 Kasım 2017

Siz hiç kendi cenaze töreninize katıldınız mı?

Bugün ben muhteşem sevecen bir insan oluyorum ve böylece seviliyorum dediğimde, hemen olabilir miyim?

Siz hiç kendi cenazenize katıldınız mı? 

Ne saçma bir soru değil mi?

Grup koçluk eğitimlerinde bir çalışma vardır. Önünüze dergileri, boya kalemlerini, fon kartonlarını, makası ve yapıştırıcıyı koyarlar. Ve derler ki; 

“Şimdi burada hangi özelliğinizden, hangi yanınızdan memnun değilseniz onu temsil eden bir resim ya da bir şeyler bulup kartonun bir yüzüne yapıştırın, diğer tarafına da kendiniz için yeni ne olmayı seçiyorsanız onu ifade eden bir şey yapıştırın.” 

Siz o grup içinde, insanların kendileri için olanı bulmaya çalışırken çıkardığı dergi hışırtılarında, kağıt sesleri arasında, fısıldaşmalarında kendinizle yüzleşmeye çalışırsınız ve yeni halinizi seçersiniz. 

Kartonunuzu hazırlamayı bitirince grubun önüne çıkar, bıraktığınız yanınızı gösterir anlatır, sonra da ne olmayı seçtiğinizi gösterir, anlatırsınız.

Bir açıdan o beğenmediğiniz, istemediğiniz size ayak bağı olduğunuz düşündüğünüz yanınızı öldürürsünüz. Yeni halinizi tanıtırsınız. 

Peki, değişim bu kadar kolay oluyor mu? 

Bugün ben muhteşem sevecen bir insan oluyorum ve böylece seviliyorum dediğimde, hemen olabilir miyim? 

Yeni sizi seçerken grubun içinde seçim yapmanız kadar acı bir yan olamaz. Zaten bizi kendimiz olmaktan en çok alı koyan gereklilikler, zorunluluklar diye gördüğümüz hikayeler. 

Beynimizin içinde sürekli konuşan “Hayır, bu doğru değil.", "Bu doğru." diyen ise toplum rüyası dediğimiz şey değil mi? Hani şu mahalle baskısı denilen durum. 

İlk yıllarımızda anne babalarımızla başlayan “Onu yap.”, “Bunu yapma.”, “Bu böyle olmalı.”, “Yapamazsın, izin vermiyorum.” diyerek içimize yerleşen dış sesler, büyüdükçe her insanın yüzünde, giyiminde, değer yargısında daha çok karşımıza çıkmaya ve bizi biz olmaktan alıkoymaya başlamış, yaşamımız tüm o insanların yansımaları olan yüzlerle dolmuşken o grubun içinde seçtiğiniz yeni siz gerçekten özünüz müdür? 

Tabii ki değildir. Zaten kendi benliğinizle o kadar yakın ve derin bir ilişki kuruyor olsaydınız o koçluk çalışmasında olmazdınız. Oradaysanız kendinizi arıyor, özünüzü hatırlamaya çabalıyorsunuzdur. 

Dış sesler efekt olmaktan, sahneyi güzelleştirmekten çıkmış, esas oyuncunun sesini bastırmaya başlamış demektir. 

Dün akşam bir seçim yapmaya çalışan bir arkadaşımla konuşuyorduk. Bana dedi ki:

“Aslında iyi gibi görünüyor, ama ben de bir tuhaflık var, gerçekten istiyor muyum, bilmiyorum.” 

İşte tam da bu noktadayken, durmanız gerekiyor demektir. 

Seçeyim mi, seçmeyeyim mi diye düşünüyorsanız ve içinizdeki ses “Ahh, bunu çok istiyorum” demiyorsa, kıpırdamıyorsa o zaman onu seçmeye hazır değilsiniz. Ya da o sizin için doğru seçim değil. Tüm  bunları ayırt etmek için durup beklemek ve izlemek gerekiyor. 

Siz durduğunuzda neler oluyor? 

Bir seçim yapmadan beklerken gerçeğin görünür olmasına izin vermeyi seçmek. Bu yapılabilecek en güzel seçim. 

Seçim yapmanız gerektiğini söyleyen çoğu zaman siz değilsinizdir, o dış seslerin olmasını istediğiniz haldir. Hani markette çocuğuna “Ya gofret, ya sakız” diyen ebeveyn gibi. 

Siz kararsız kalmışken ardından “Haydi ama, çok oyalanıyorsun, bu kadar zamanım yok” diye size dayatan ebeveynin sesi içinizdeki. 

Arkadaşım “Ama ben hissetmek istiyorum” dedi, konuşmanın ortasında. 

Neyi hissetmek istediğini bile unutmuş gibiydi. 

“Kapat gözlerini ve hayata bak dedim, şöyle uzaktan dünyaya, yaşamına bak, akıyor mu? Hareket var mı? Nasıl görünüyor?” 

“Hiç bir şey görmüyorum, bana bir şey oldu, şu anda hiç bir şey göremiyorum” dedi. 

Biz tam bunları konuşurken yarım kalmış bir Whatsapp yazışmasına yanıt yazdı başka bir arkadaşım:

“Geceleri karanlık ormanda yürümeyi seviyorum. Bildiğim tek şey bu. Hiçliğin ortasında bir hiçim. Ve orada ne mal, ne makam sadece insan olmayı seçiyorum”  

Göremeyen de, karanlık da kalan da aynı yerdeydi aslında. İkisinin üst üste gelmesi de tesadüf değildi. İkisi de tam hiçliğin ortasında durmuştu. Tıpkı benim gibi. 

Ve üçümüzün farklı açılardan aynı şeyleri konuşuyor olması da tesadüf değildi. 

O anda herkes kendi cenaze törenine katılmıştı. 

Hepimiz karanlıktan, görememekten, hissedememekten, anlayamamaktan, boşluğa düşmekten korkarız. Bu hale her düştüğümüzde panikleyip tutunup çıkmaya çalışırız. 

Karanlık kötülük değildir aslında. İkisi çok ayrı şeyler. 

Korkumuz karanlıktan değil, değişimin kendisinden. Boşlukta yok olmak, düşmek, düşmek, tek başına olmak ve orada bir seçim yapmak.

Şimdi gözlerinizi kapatıp hayatın akıp akmadığına, nasıl olduğuna bakmak ister misiniz? 

Seçim sizin. İnsan her türlü var oluyor, siz nasıl var olmayı seçiyorsunuz, tüm mesele bu. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yetişkinlikte mutlu ve özgür olmanın yolu nedir?

Yolunda gitmeyen durumlara neden olan yaklaşımları bulup onları daha anlamlı, daha yaşanabilir biçimde yaşamımıza yerleştirdiğimizde var olana katkı sunmuş, üretken bir kimliğin içine girmiş oluyoruz. Buna ise yetişkinlik deniyor

En az üç çocuk ve ekonomik kriz

İktidara duyulan güven ve onun teşvikleri ile üç ve daha fazla çocuk doğurmuş aileler için krizin boyutları çok daha ağır hissediliyor

Düş görenleri uyandırma zamanı geldiyse açılsın perde

Belki de olması gereken bir hikâyenin parçalarını tamamlıyoruz hep beraber, bir şey ya da biri eksik kalsa bozulacak hikâye