25 Ekim 2017

Aldım, verdim, ben seni yendim!

Fidel Castro, Che Guevara’nın ardından “tüm hayatını ıskaladı, sonra da öldü gitti” diye düşünmüş müdür?

Evin içinde, sokakta, markette, mağazada, işyerinde, trafikte, yürüyüş yaparken sürekli bir aradayız. 

Her daim birlikteyiz. 

Aynı göğü paylaşıyor, aynı havayı soluyoruz. Çok farklı koşullarda, imkanlarda yaşıyor gibi görünsek de aslında benzer duygusal süreçler, benzer zorluklar, benzer mutluluklar yaşıyoruz. 

Yabancı sandığımız her bireyle ortak bir yanımız var. Bulmak zorunda değiliz. Sırf bunun için insanlara minnet duymaya, iyi davranmaya çalışmak zorunda da değiliz. 

Zaten bu bilinci içimizde tam olarak oturtabilirsek, hissedebilirsek o zaman saygı, sevgi, hoşgörü, anlayış gibi üzerinde dönüp durduğumuz kavramlar ilişkilerde kendiliğinden yerini bulur. 

Belki tüm mesele kendimizi ne kadar tanıdığımızla ilgilidir. İçimizdeki her bir parçayı tek tek tanıyıp kabul ettiğimizde, empati becerimizde güçlenecektir. 

O zaman bir diğeri için yaptığımız şeyin adı “iyilik” olmayacak, bir diğerinin bizi kızdıran, kıran davranışı “kötülük” olmayacak. Her şey olabildiğine sıradan ve olması muhtemel olaylar silsilesi olarak akıp gidebilir. 

Aslında iyi ve kötü yok derler. Olan, olması gerektiği için oluyordur, derler. 

Gerçekten iyi ve kötü var mı, emin değilim. Bir durumun iyi ve kötü olduğuna karar veren bizleriz. Tüm iyi ve kötü değerlendirmelerimiz altında da, olan bitenin bize nasıl hizmet ettiği yatıyor sanırım. 

Var olan konumumuzu zedeliyor, elimizdeki her neyse sevgi, para, aşk, cinsellik bizden alınıyor, bizi bulunduğumuz konumdan daha konforsuz bir alana getiriyorsa kötü, bizi pozitif yönde besliyorsa iyi diyoruz. 

Bunlarda da bir şey yok, her bireyin daha iyi koşullarda yaşamaya hakkı var, bunu isteyebilir, talep edebilir, yaşamına alabilir. 

Sanırım mesele iyi ve kötü arasına çok fazla sıkışmaktan kaynaklanıyor. 

Hangi mesele? 

Varoluş meselesi. 

Varoluş tam bir denge işi aslında. Aldığın kadar verebilmek, verdiğin kadar alabilmek. Ve bu alma verme dengesini tüm evrene yayabilmek. 

Ücret karşılığı yapılan işlerdeki alma verme işinden bahsetmiyorum. Zaten alıp verdiğimiz tek şey para değil. Nefesi bile bir alıyoruz, bir veriyoruz. 

Birine bir şey verdik, illa ondan mı geri alacağız? Birinden bir şey aldık, illa ona mı geri vereceğiz? Bu hakkını almak mı oluyor belleklerimizde? Kim, nerede bize bunun böyle işlediğini öğretti? 

Bir arkadaşınızın aylarca derdini dinlediniz, denklik nasıl kurulacak? O da sizin mi aylarca derdinizi dinleyecek? Ya hiç derdiniz yoksa anlatacak, bu sefer ne olacak? Eminiz ki, karşılığında sevgi, dostluk, arkadaşlık göreceğiz, belki de birlikte sımsıcak neşe dolacağımız günlere geçeceğiz. 

Ne saçmalıyorum değil mi, bunu hepimiz biliyoruz. 

O zaman neden bu kadar çok sadece kendi çıkarı peşinde koşan insan var? 

O zaman neden hepimiz sadece kendi konfor alanımızı besleyecek şeyleri seçiyoruz? 

Kıtlık bilinci! Bunun adı kıtlık bilinci. Düşünce uzantıları şöyle: 

“Ben kendime yapmazsam, kendime almazsam, kimse bana vermez ve almaz” 

“Kendimi korumalıyım” 

“Yalnızım”

“Elimdekilere sahip çıkmalıyım” 

Nasıl korku dolu inançlar, nasıl tekinsiz bir dünya. Kim bilir neler yaşadı bu insanlar da bu kadar tekinsiz bir dünyaya inandılar. 

“Ama dünya böyle” demeyin lütfen. Velev ki dünya böyle, siz böyle olmak zorunda değilsiniz. 

Hiç mi tanımadınız kendinden öte diğerlerinin refahı için çalışan insanlar? Hiç mi duymadınız? 

Mahatma Gandhi, Nelson Mandela, Mustafa Kemal Atatürk, Che Guevara, Marthin Luther King,  Türkan Saylan, Rahibe Teresa, Jane Addams, Aung San Suu Kyi ve daha ismini bilmediğimiz niceleri. 

Che Guevara ile Fidel Castro bir gün de oturup “yapamam abicim, bu benim konfor alanımda değil” diye tartışmış mıdır acaba? Ya da “bizim bu işten çıkarımız ne, ben hayatımı yaşayamıyorum” demiş midir acaba? 

Veya Fidel Castro, Che Guevara’nın ardından “tüm hayatını ıskaladı, sonra da öldü gitti” diye düşünmüş müdür?  

Siz hiç Che’nin hayatını ıskaladığını düşündünüz mü? 

Şayet tüm alıp verme dengesi aldığımıza vermemiz, verdiğimizden almamız üzerine kurulu olsaydı bu ismini saydığım insanların gözlerinin feri sönmüş olmalıydı. Onların fotoğraflarına baktığımızda ne görüyoruz? Gözlerinin en derininde ne var? 

Sahi, bizi gerçekten bir arada tutan şey neydi? Neydi bizi aşkla insanlara bağlayan, soluksuz hizmet ettiren? 

Hatırlasaydık neler yaratırdık? 

Kendi var oluş kaygılarımızdan azade yaşasaydık bu dünya nasıl olurdu? 

Yazarın Diğer Yazıları

Yetişkinlikte mutlu ve özgür olmanın yolu nedir?

Yolunda gitmeyen durumlara neden olan yaklaşımları bulup onları daha anlamlı, daha yaşanabilir biçimde yaşamımıza yerleştirdiğimizde var olana katkı sunmuş, üretken bir kimliğin içine girmiş oluyoruz. Buna ise yetişkinlik deniyor

En az üç çocuk ve ekonomik kriz

İktidara duyulan güven ve onun teşvikleri ile üç ve daha fazla çocuk doğurmuş aileler için krizin boyutları çok daha ağır hissediliyor

Düş görenleri uyandırma zamanı geldiyse açılsın perde

Belki de olması gereken bir hikâyenin parçalarını tamamlıyoruz hep beraber, bir şey ya da biri eksik kalsa bozulacak hikâye