02 Mayıs 2015

Fıtratlarında yalan ve zorbalık var; kaybetseler de iktidarda kalacaklar!

AKP, iktidarı kaybetme korkusuna karşı, azınlık hükümetleriyle iktidarda kalma taktiği geliştiriyor

Adı konmamış bir sıkıyönetim, ilan edilmemiş sokağa çıkma yasağı vardı sanki.

Taksim alanına kilometrelerce uzaktaki semtler bile polis bariyerleriyle ablukaya alınmıştı.

Beyoğlu'na, Şişli'ye, Beşiktaş'a giden bütün yollar kesilmişti.

Kurtuluş'tan, Pangaltı'dan, Osmanbey'den, Nişantaşı'ndan, Mecidiyeköy'den ana caddelere çıkan yollar, İstanbullular için "çıkmaz sokak" olmuştu.

Koskoca bir kentin iki yakası arasında da toplu ulaşım kesilmişti.

Metroyla, otobüsle, metrobüsle, tramvayla, şehir hatları vapurlarıyla İstanbul'un bir yerinden diğer yerine gitmek olanaksızdı.

Hatta İstanbul'un "hava sahası" bile kapatılmıştı.

Herkes; yasaklı sokaklar, geçilmez caddeler, kapalı bulvarlar arasında "yasaklı yaya kalmıştı".

Sokaklarda, caddelerde dört tip yaya vardı.

Birincisi, 1 Mayıs'ı kutlamak için Taksim'e gitmeye kararlı olanlar...

İkincisi iş yerine giden ya da gitmeye çabalayanlar...

Üçüncüsü, her şeyden habersiz eş, dost, akraba ziyaretine gidenler, gezmeye çıkanlar...

Dördüncüsü de kalacağı otele ya da havaalanına ulaşmak için sokağa çıkmış, ellerindeki valizlerle şaşkın şaşkın bir oraya bir buraya koşuşturan turistler...

Taksim'e çıkan güzergâhlardan birinde beş on pankartlı gösterici bir araya gelince polis kaskını, gaz maskesini takıp müdahaleye hazırlanıyor... İşyerini açabilme başarısı göstermiş az sayıdaki esnaf o anda dışarıdaki tezgâhını, market sahibi gazete standını, manav dükkanının önüne koyduğu domatesleri, biberleri telaşla topluyor, canının yanı sıra malını da korumaya çalışıyordu.

İşte bütün bunların yaşandığı bir anda, Aksaray'dan sesleniyordu Cumhurbaşkanı:

"Taksim'de miting yapmak demek, o gün tüm İstanbul'u adeta felç etmek demek. Bir de güvenlik sorunu var. Artık metrosuyla, her şeyiyle orası halkımızın, turistiyle, vesairesiyle bir hareket merkezi."

Oysa o anda Taksim'de miting yasaktı ama, metro zaten çalışmıyordu. "Hareket merkezi' dediği Taksim'e doğru "halkımız da, turistler de, vesaire de" ulaşamıyordu zaten.

Yaşanan gerçekle söylenen arasındaki fark koca bir "yalan"ın ifadesiydi.

Taksim'i 1 Mayıs'a açmakla övünen iktidarın ya miting yapılan 2010, 2011 ve 2012'de söyledikleri yalandı ya da 2015'te söyledikleri...

Sonuçta ortada "mega kent" İstanbul kadar "mega bir yalan" vardı.

Yalana sarılıyorlardı, çünkü iktidarları tehlikedeydi.

Sadece yalana değil, provokasyona da ihtiyaçları vardı.

Ağrı'da PKK'yi silahlı çatışmaya çekme girişiminde gördüler ki, tezgâh kapasiteleri yetersiz ve Kürt Özgürlük Hareketi bu tür oyunları bozmaya kararlı.

Bu yüzden yasaklarla çevrilmiş İstanbul'da oya devşirilecek bir çatışmaya ihtiyaçları vardı.

Onun için Beşiktaş'tan Gazi'ye kadar bütün İstanbul, böylesine bir tahrike zemin olarak kullanıldı.

Ancak birkaç küçük "arıza"nın dışında umduklarını bulamadılar.

İktidarın "Karanfillerini alıp gelsinler" çağrısının da yalan olduğu ortaya çıktı; DİSK'in kırmızı ve beyaz karanfillerle "Yaşasın 1 Mayıs" yazılı çelengi Barbaros Bulvarı'nda polislerin postalları altında ezilirken.

Görüntülerle sabitken, Demirtaş on defa "Taksim bizim Kabe'mizdir, demedim" dediği halde...

Miting meydanlarında Başbakan'ın bir yalan üzerinden dine, imana ve Kabe'ye sarılıp hamaset yapması...

Kılıçdaroğu, "İmam hatipleri kapatacağız" demediği halde, bu yoldaki iddiaları on defa yalanladığı halde Cumhurbaşkanının meydan meydan, salon salon gezip "CHP imam hatipleri kapatacakmış" demesi...

İktidarı kaybedeceklerine dair ciddi sinyaller alan bir iktidarın telaşıdır.

Bu yüzdendir sadece yalana değil, yasağa ve zorbalığa da sarılmaları.

Halkın gerçekleri öğrenmesinden korktukları içindir yargısız infazlara, tezgâh kokan baskınlara, rehin alma haberlerine yayın yasağı koymaları.

Bu korku yüzündedir attığı tweet nedeniyle gazeteci Sedef Kabaş'ı Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılamaları.

Bir televizyon programında yaptığı konuşma nedeniyle "Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit" suçlamasıyla Prof. Dr. Osman Özsoy'u gözaltına alıp tutuklanmasını istemek de bu korku yüzündendir.

Evet, doğru, bir "korku ve panik" var ama bu "halk arasında" değil, "iktidar arasında" aslında.

Bu korkudan dolayı değil midir, İmralı'da kurulmak üzere olan "müzakere masası"nı devirmelerinin nedeni.

İmralı'da, "Kamu Güvenliği" görevlileri Öcalan'la isim listesi üzerinde görüşürken "İzleme Kurulu gerekli değil" demenin de altında yatan iktidarı kaybetme korkusudur.

Neredeyse "Kürt yoktur" çizgisine gelen üslubun nedeni de "Artık Kürtler bana oy vermeyecek, bari milliyetçileri tavlayayım" telaşıdır.

Beğenmediği yönde karar veren hâkimleri, dünya hukuk tarihine değil, dünya hukuksuzluk tarihine geçecek bir biçimde tutuklamak da aynı korkunun zorbalık olarak dışa vurumudur.

Sadece iktidarın istemediği kararları verenler değil, aslında bütün hakimler gıyabi olarak tutuklanmıştır.

İktidarın istemediği bir karar verdiklerinde, hakimler hakkındaki bu gıyabi tutuklama anında vicahiye çevrilecektir.

İktidarın, tek başına hükümet kuracağı milletvekili sayısına ulaşamama korkusu çok büyük.

Hele HDP'nin barajı aşma ihtimali belli ki uykularını kaçırıyor.

Ama belli ki tek başlarına iktidar olamama durumuna karşı her şeye rağmen iktidarda kalmanın yollarını arıyorlar.

Hatta bulmuşlar bile.

Ne diyor Cumhurbaşkanının danışmanı, eski bakanı, AKP İzmir Milletvekili Binali Yıldırım:

“Koalisyon ihtimali görmüyorum. Teorik olarak böyle bir sonuç doğarsa da koalisyon olmaz, AK Parti azınlık hükümeti kurar ve bir yıl içinde tekrar seçim olur ama buna ihtimal vermiyorum. Vatandaş belki bizim notumuzu biraz kırar. İnşallah istikrar ve güvenin devamı yolunda oy kullanır, aklıselim karar verir.”

Korku da var, tehdit de var, iktidarı kaybetmemek için başka bir yöntem bulma çırpınışları da var.

"Vatandaş belki bizim notumuzu kırar"da tek başına iktidar olamama korkusu...

"İnşallah istikrar ve güvenin devamı yolunda oy kullanır" sözü aslında dolaylı bir tehdit; "AKP'yi seçmezsen istikrar bozulur ha!"

Ama en önemlisi iktidarda kalma çırpınışlarının getirdiği yöntemin de itirafı var:

"AK Parti azınlık hükümeti kurar ve bir yıl içinde tekrar seçim olur..."

Öyle ya seçim sonucu "Başbakanlık görevi"ni kime, kaç kere vereceğini cumhurbaşkanı belirlemeyecek mi?

İşte seçim kaybedilse bile iktidarı bırakmamanın yöntemi bu sözde gizli.

"Aman efendim, anayasa, baba yasa" falan demeyin.

En tepesindekinin "Parlamenter sistemi bekleme odasına aldık" dediği, en önemli kadrolarından bir eski bakanın mevcut anayasayı tanımadığını göğsünü gere gere söylediği bir iktidar anlayışı var ülkenin yönetiminde.

Neredeyse açık açık söyleyecekler tek başlarına hükümet kurmaya yetecek bir çoğunluğa ulaşamasalar bile başka hiçbir partiyi iktidara ortak etmeden "Azınlık hükümeti" yöntemiyle bir yıl daha iktidarda kalıp erken genel seçime gideceklerini...

Yaparlar mı? Neden olmasın.

Muhtaç oldukları kudret, fıtratlarındaki yalancılıkta, yasakçılıkta ve zorbalıkta mevcuttur!

Yazarın Diğer Yazıları

Saray’ın inadına karşı ‘İnadına HDP’

7 Haziran’dan sonra parti binaları 400’e yakın ırkçı-şoven saldırıya uğrayan HDP, olanaklarının çok ötesinde bir kampanya yürüttü

Yap, yap! Zulmün artsın ki sonun çabuk gelsin!

Üç gün sonra milyonların hesap soracağı 1 Kasım sandığı var! Ama yap, yap! Son bir çaresizliğin tetiklediği cinnetinle sen yine de yap!

Sınır ötesinden son anket: AKP yüzde 40'ın altında

Erbil merkezli Kurd Tek'in anketine göre CHP ve HDP oyları yükseliyor, MHP ve AKP oyları düşüyor