25 Mart 2016

Cizre ve Sur için sekiz şiddetindeki deprem bile utandı!

Yuvalarında çoluk çocuklarıyla yaşan insanların evlerinin başlarına yıkılmasını nasıl açıklayabiliriz?

Cizre ve Sur’da neler yaşandı? Tamı tamına üç aydır buralarda yaşayan insanlar ne yedi, ne içti? Çocuklar, maruz kaldıkları ve tanık oldukları şiddet karşısında yaşadıkları derin travmalarla hangi cinnetin eşiğine itildiler? Ya yetişkinler… Gençlerin sığındıkları bodrumlarda kimyasal silahlarla yakıldığı söylenen, sokağa çıkanların çocuk yaşlı demeden vurulduğu bu yerlerde kim kazandı, kim kaybetti?

Bu iki yerde artık sokağa çıkma yasağı kalktı. Kalktı mı gerçekten? Ama sorun bu değil. Sur’u ve Cizre’yi birbirleriyle bakıştırıp, onları çevreleyen tüm Kürt illerine  geçiş yaparak, tekrar Cizre ve Sur’da durmalıyız. Durmamız lazım çünkü; bir hayli uzun uzun buralarda olup bitenlere bakarak, üzerimize boca edilen -hiç de kafamıza yatmayan- gerekçeleri, yanlış bilgileri, dezenformasyonu temizlememiz gerekiyor. Böylelikle, havan topları ve bombalarla yerle bir edilen yüzlerce evin, yaşanmaz hale getirilen mahallelerin üstünden atlamayıp arka planı daha net görme olanağına sahip olabiliriz. Bunun için de bir kez olsun, Cizre’ye ve Sur’a gidip, saçları başları yolunup, ırzına geçilmiş gibi ezilen yaşam mekanlarının önünde uzun uzun ne kadar ağlansa yeridir. Zira temiz bir gelecek için buna çok ihtiyacımız var.

Bir beşik, yatağı yok olmuş çift kişilik karyola…


Oralara gidin çünkü, yıllar boyu dişlerinden tırnaklarından biriktirerek kendilerine yuva kuran insanların düşlerinin, umutlarının aynı bizim gibi olduğunu ancak oralara gidince anlayacaksınız. Cizre’ye gidin, devrilmiş kolonların demirlerinde asılı kalan dantelli tür perdeleri, pencereleri, kapıları parçalanmış duvarları yıkılmış odalarda duran beşikleri, yatakları çoktan yok olmuş boş çift kişilik karyolaları, özellikle çiçekli olanlarından seçilmiş fayansları, toz toprağın içinde yuvarlanan çaydanlıkları, tencereleri… göreceksiniz.

Tıpkı bizim gibi yaşamları üzerine titizlikle eğildiklerini, tıpkı bizim gibi çocuklarının geleceklerini düşündüklerini; bunun için de çalışıp çabaladıklarını, önceliklerinin özellikle bunlar olduğunu da göreceksiniz. Tabii, emek vererek kurdukları yaşamlarının yerlerinde yeller estiğini de.

Bir mahallede kaç ev bulunur? Cizre ve Sur’da onlarca mahalle ve yüzlerce ev, en önemlisi de rakamlara vurulamayacak yaşamlar darmadağın olmuş durumda. Tabii tüm bunları es geçerek, düşmanlık çukurunun diplerinden de bakabiliriz bu manzaraya. Ancak unutulmasın, çukurlar her zaman derindir hiçbir zaman dibi gözükmez. Karanlıktır. İnsanı incelik, düşünme, hassasiyet, ötekilerini anlayarak var olmasını sağlayan ana parçalarından kopararak içine çeker. Kolaydır; zira birikmiş kinleri, halledilmemiş sorunları, yerine getirilmemiş adaleti, ezilmişlik duygularını… yarattığı düşman üzerinden yansıtır. Yoksa, sekiz şiddetinde depremin bile yıkmak için tereddüt ettiği yuvaları başka ne parçalayabilir!? Yoksa, gençlerden oluşan “düşman”lar gerekçe gösterilerek, tıpkı bizim gibi yuvalarında çoluk çocuklarıyla yaşayan insanların evlerinin başlarına yıkılmasını başka nasıl açıklayabiliriz. 

Enkaz haline gelmiş evinin önünde küçük çocuğuyla duran orta yaşlı adama soruyoruz; “evleriniz yıkıldığında siz neredeydiniz?” diye. “Biz evlerimizi terk etmek zorunda kaldık. Sokağa çıkma yasağı kalktığında da bu halde bulduk” diyor. Enkazların arasında oyun oynuyor çocuklar. Kadınlar durmuş parçalanan evlerine bakıyorlar, geziniyorlar. Adamlar sağlam kalmış demirbaş türünden eşyaları yıkıntıların arasından çıkarmaya çalışıyorlar. Çocuklar marazi bir şekilde gülüyorlar ama. Gülüşlerinde insanı rahatsız eden bir şeyler var. Olur olmaz şeye gülerek söylenenleri alaya almaları hiç de normal gelmiyor insana. Peki neden?..
 

Üçüncü bodrum…
 

Onlardan daha büyük çocuklar var, çok ciddiler. “Kameraları saklayın!” diye uyarıda bulunuyorlar. “Niye?” diye soruyoruz. “Geçen gün sizin gibi resim çekiyorlardı polisler engel oldu” diyor. “Yasak değil ki, onların kontrolünden geçerek buraya geldik” dediğimizde ise anlamlı anlamlı gülüyor. “Gelin sizi ikinci ve üçüncü bodruma götüreyim” diyor. Demir, beton yığınlarının arasından geçerek ikinci bodruma gidiyoruz. Gösterdiği yerin dört-beş katlı apartmandan oluştuğunu söylüyor. Ama tümüyle çökmüş vaziyette ve bodrum da yığıntının çok altında kalmış. Dolayısıyla o bodrumda ceset olup olmadığı ya da kaç ceset olduğu bilinmiyor. Üçüncü bodrum ise çok hazin. Orada saklananların hepsi kimyasal içerikli olduğu söylenen maddeyle yakılmış. Bir spor ayakkabı teki, kazak, serum torbası, kadın pedi ambalajı, ilaç kutuları…arta kalmış onlardan.

Hemen karşı binanın sağlam kalmış duvarında yazan isimleri kalmış bir de.İlerledikçe başka yazılarla da karşılaşıyoruz tabii. Bir duvarda hilal amblemi var; altında “hayvan bağlı” yazıyor. Vakit bir hayli ilerleyip hava kararmaya başladığından acıdan başka bir şey vermeyen görüntüleri daha fazla takip edemiyoruz. Üstelik henüz bir mahalledeyiz, yani Cudi mahallesinde. Daha başka mahalleler de var. Yıkılan mahallelerin uzağında kalmış bir esnaf, öldürülen gençlerin otobüslerle Türkiye’nin birçok şehrinden geldiklerini önemli bir kısımının da Kürt olmadıklarını söylüyor. O otobüsler yakılmış, tabii çocuklar da. Bedenleri ilçenin orta yerinde bulunan boş bir toprak alana gömülmüş. İğreti duran bir mezarlık. Tahtadan mezar başlıkları var, her birinin üzerine numaralar yazılmış. Aileler çocuklarını tespit etmek için DNA testi gibi birçok tetkikten sonra onları gömüldükleri yerden çıkarıp, memleketlerine götürüyorlarmış.

Meçhule giden hafriyat kamyonları
 

Bir de Sur var tabii, Cizre’ye bakıyor. Sur’un Dabanoğlu, Fatih Paşa , Asırlı, Arapşıp, Yenikapı ve Savaş mahallerinde halen yasak var. Cizre’de enkaz halinde öylece duran mahalleler, Sur’da hafriyat kamyonlarıyla geniş bir araziye gömülüyor. Sur’un etrafı cıvıl cıvıl. İnsanlar, üç ay sokağa çıkamamanın acısını çıkarırcasına geziniyorlar. Esnaflar, kebapçılar, sokağa tezgah kurmuş köfteciler, ciğerciler, küçük iskemleleriyle etrafa saçılmış kahvehaneler, çaycılar, meşrubatçılar… hepsi yasaklı mahallerde son buluyor. Toplam altı yasaklı mahallenin içinde ise neler olduğunu kimse bilmiyor. Bilinen tek şey, ara vermeksizin her beş dakikada yüklendikleri tonlarca moloz yükleriyle geçip giden hafriyat kamyonları. Hepsi de meçhule gidiyor. Zira molozları nereye yığdıklarını halk bilmiyor. Ama sivil yetkili kuruluşlar Dicle Üniversitesi’nin geniş arazisine bu molozların yığıldığı tespitini çoktan yapmışlar. Ancak bu alana girmek yasak. Fakat hurdacılar yanaşabiliyor, bir de fırsatçılar. Yığın içinden antika değerinde tarihi eserleri, para eden eşyaları çıkardıklarında kolaylıkla alıcılarını da buluyorlar. 

Fotoğraf: Yusuf Nazım

Sadece tarihi eserler mi? Değil elbette, bazen kollara bacaklara de denk geldiklerini söylüyorlar. Bu mahallerde öldürülen çocukların, yaşlıların, gençlerin nereye gömüldüklerine dair akıbetleri bilinmese de, söz konusu kol ve bacakların molozların içinde niye bulunduklarını anlamak hiç de zor olmuyor . Böylelikle Sur’un altı mahallesi hafriyat kamyonlarıyla boş bir araziye gidiyor. Altı mahalleden oluşan yaşam alanlarını tozu toprağa karıştırarak taşıyor hafriyat kamyonları. Anıları, alınıp verilmiş nefesleri, çekilmiş resimleri, taksitle alınmış ev eşyalarını, sırlarında kadınların yüzü kalmış aynaları, süreklilik duygusunu besleyen tarihi sütunları… taşıyarak, Dicle Üniversitesi’nin binlerce dönümlük arazisinin çukurlarına yuvarlıyorlar. Geride ise hiçbir şey kalmıyor. Yerini bulmayarak biriken adaletsizliklerin, gasp edilen hakların, biçilen geleceklerin, halledilmemiş sorunların, yaşanmamış aşkların, okşanmamış saçların, gösterilmemiş şefkatin… gerçekliğinden başka. Bütün bunlar yaratılan düşmanlığa ikame edilmiş, hafriyat kamyonlarının arkasından giderken; insanlığımız da meçhule gidiyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!