28 Ocak 2017

Bütün suçlar iktidar(lar)ın etrafında dönüyor!

Sevdiklerimize, yakınlarımıza, başkalarına karşı zarar vermemekte en güvendiğimiz kendimiz bile yeterince güvenilir değiliz

Yaşadığımız ülkede bir kadın kırk günlük bebeğini denize attı. İki kadın polisin arasında götürülürken ağlıyordu. Kadın bir cani miydi ya da ileri derecede psikolojik sorunları olan bir hasta mı? Canilik de psikolojik bozukluktan kaynaklandığına göre bu ayrımı yapmak yersiz aslında. Sosyoloji bilimine damgasını vurmuş bilim insanları, söz konusu kriminal olayları hiç de siyasal-sosyal-ekonomik genel durumdan bağımsız görmememizi özellikle tembih ediyorlar bize. Hatta iki polis arasında ağlayarak götürülen kadını tanıyormuşcasına, onun kırk günlük çocuğunu denize atamayacak kadar yufka yürekli, anaç ve korumacı olduğunu söylüyorlar. Ama kadın, yine de çocuğunu denize atıyor ve dört yaşındaki diğer oğlunu da öldüreceğini söylüyor.

Deli mi bu kadın? Böyle söyleyerek, son aşamalarını yaşadığımız dayanma sınırlarımızı çökertmek mi istiyor? Ama hayır, kadının böyle bir niyeti yok. Üstelik hiç bir suçu da yok. Zira bütün suçlar iktidarın etrafında dönüyor. Sevdiklerimize, yakınlarımıza, başkalarına karşı zarar vermemekte en güvendiğimiz kendimiz bile yeterince güvenilir değiliz. Kendimizi tanıyamayacağımız bir noktaya gelmemizin an meselesi oluşunu ise hayat- her zamanki gibi- tekrar ediyor. Hep birlikte içinde yaşadığmız ortam, sıradan-zararsız bir insanı katil yapacak malzemelerle doluyken, zavallı bir kadını suçlayarak onu toplum adına günah keçisi yapmak, cinnettin eşiğinde yaşayanların kolaycılığı olur ancak.

Dayatılan ceza, bellek, unutuş...

Suç kavramı, “egemen olana karşı bir tehditi de içinde” barındırırken,  “cinayet de iktidar ve halk arasında mutlak sadelikte bir ilişki” kuruyor. Zira suç, egemen söylemin temelinde sürekli üretilen bir argüman olarak, toplumu yönetmenin ve yönlendirmenin de önemli araçlarından biri. Dolayısıyla, biz isteyelim-istemeyelim, onunla ilişki kurmamız için yukarıdan bize dayatılıyor. Böyle öldürme emri ve öldürme yasağı; öldürülmek, idam edilmek; gönüllü kurbanlık, dayatılan ceza; bellek, unutuş... Cinayet yasanın sınırlarında, yasanın ötesinde ya da berisinde, üstünde ya da altında” dolanırken,  “bazen karşısında, bazen onunla birlik olarak iktidarın etrafında” dönüyor.

Peki en alttakiler, tıpkı en üsttekiler gibi neden cinayet işliyor? Michel Foucault ve  arkadaşlarının epeyce kafa yorduğu bir vaka var. 19.yy’da gerçekleşen bir aile cinayeti. Blandine Barret-Kriegel, Gilbert Burlet-Torvic, Robert Castel, Jeanne Favret, Alexandre Fontana, Michel Faucault, Georgette Legee, Patrica Moulin, Jean-Pierre Peter, Philippe Riot ve Maryvonne Saison gibi önemli bilim insanları ve felsefeciler bu cinayeti analiz ediyor. Adli tıp bilirkişi raporlarından oluşmuş bu cinayet dosyasını inceleyen Foucault ve ekibi,  19.Yüzyılda Bir Aile Cinayeti ismini verdikleri çalışma ortaya çıkarıyorlar.

Donmuş bir dünya ve baskının değişmezliği

Michel Foucault ve ekibi psikiyatri ve suça yönelik adalet arasındaki ilişkilerin tarihi üzerine bir çalışma yapmak isterlerken bu aile cinayeti olayıyla tesadüfen karşılaşıyorlar aslında. Korkunç bir cinayet işlenmiş fakat, bunu gerçekleştiren hiç de her an suç işlemeye müsait, cani ruhlu biri değil. Faucault ve ekibibinin karşısında sıradan, normal bir insan bulunuyor. Yani, her ‘normal’ insanın aynı şeyi yapabilme potansiyeli. Cinayeti işleyen böylelikle, "donmuş bir dünyada, baskının değişmezliğini ve iktidar düzenini hedef” alıyor.

Buradan hareketle, 19. yüzyılda cereyan eden olay, 21. yüzyılda sıradanlaşmış halleriyle, özellikle içinde yaşadığımız toplumun ve yönetilme biçiminin sorunu olarak da karşımızda duruyor.

Kitapta anlatılan cinayet olayına gelince, 1835 yılında Fransa'nın bir köyünde yaşanıyor. Bir köy delikanlısı olan yirmili yaşlarındaki Pierre Riviere, yedi aylık hamile annesini, on sekiz yaşındaki kız kardeşini ve yedi-sekiz yaşlarındaki erkek kardeşini öldürmüştür. Riviere'in annesi ve kardeşlerini öldürüş biçimi ise, çok sayıda tutanağın olduğu dosyada şöyle yer alıyor:  "(1) Kırk yaşlarındaki kadının üzerinde her günkü sıradan elbisesi var ve saçları karışık; boyun ve kafasının arkası derinden kesilmiş ve bıçaklanmış. (2) Üzerinde mavi bir gömlek, pantolon, çorap ve ayakkabılar olan, kafası arkadan oldukça derin yarılmış olarak yerde yüzükoyun yatan yedi sekiz yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu. (3) Üzerinde pamuklu bir elbise, çorap olan, ayağında ayakkabı veya nalın bulunmayan, ayakları güneydeki avluya açılan kapının eşiğinde, sırtüstü yatmakta olan, dantel işi karnının üstünde, pamuklu başlığı ve cinayet sırasında koparılmış gibi görünen bir avuç saçı ayaklarının dibinde duran bir kız; yüzün sağ tarafı ve boyun çok derin bir biçimde kesilmiş."

Gerçek korkunç, gündelik olandır...

Riviere, (19.yy) annesini ve kardeşlerini neden öldürmüştür?  Ya da şöyle diyelim: İki kadın polis arasında görüntülenen gözü yaşlı kadın (21.yy) kırk günlük bebeğini neden denize atmıştır? Bütün bunların nedenini bilmek için çok öteye gitmeye gerek yok. Hepsinin altında sıradan hayat sıkıntıları bulunuyor.

Örneğin Riviere hatıratında, son derece uysal ve uzlaşıcı bir baba karşısında, annesini şirret bir kadın portresi olarak çizerken, , annesinden, babasına 'acı çektirdiği' için nefret ettiğinden bahsediyor. Çocuğunu denize atan kadın da, kocasının despotluğundan yakınıyor. Ne kadar sıradan ve olağan durumlar değil mi!? Çünkü, “cinayet dahil işlenen tüm suçların arkasında sırıtan hayatın bungunluğu (ve) dayanılmaz olana her gün katlanmak” yatıyor.  Zira, “basınca maruz kalan her devinimin ardından gelen patlamayla ilgili fizik kanunları işlenen cinayet(ler) için de” geçerli oluyor. Daha açık bir deyişle; toplum ve bireyler sıkıştırılıp, yaşam alanları (sosyal-ekonomik-kültürel) daraltıldıkça, egemen zihniyetin biçimlediği şekilde davranışlara da –farkında bile olmadan- itilmiş oluyor. Yani “suç”a...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!