23 Temmuz 2014

Ataerkil ikiyüzlülerin cehenneminde yaşıyoruz!

Faşizmin en belirgin özelliği nedir diye sorulduğunda, hiç kuşkusuz herkes, güçsüzler üzerindeki zulmüne işaret edecektir

“Sarıgazi demokrasi Cad. Fuhuş pazarlığı yapanlar, cepheliler tarafından halka teşhir edilip dövülerek cezalandırıldı.” Bir kadına yönelik linç girişimini övgüyle sunan “Halk Cephesi” imzalı twitter, nasıl bir cehennemde yaşadığımızı yeterince anlatıyor sanırım. Yere çömeltilmiş, kırmızı bluzlu bir kadın, çevresini yüzleri görülmeyen kadın ve erkekler sarmış. Dövülen, dizlerinin üstüne çömeltilen kadın çok korkmuş demek yetmez. Linç girişiminde bulunanların yüzlerine yalvararak bakması da önemli değil. Söz konusu olayın faşist iktidarların dahi cüret edemeyeceği denli kurduğu dehşet mekanizması asıl korkutucu olan.

Yukarıdaki olaydan bir iki gün önce Başbakan Erdoğan, oğlu Bilal Erdoğan’ın başkan yardımcılığını yaptığı TÜRGEV’in Fatih’te Mevlanakapı Kız Öğrenci Yurdu’ndaki iftarda, genç kadınlara şunları söylüyordu; “Evlilik olayını geri atmayın. Nasibinizi bulunca kararınızı veriniz. Çok seçici de olmayın. O zaman gülistandan boş çıkarsınız…” İki farklı olay, iki farklı yargı. Bu size neyi çağrıştıyor? Ama nasıl oluyor da farklı kanallardan hızla akarak, aynı olukta buluşup çoğalıyorlar? Çünkü aynı kökenden besleniyorlar. Dolayısıyla da, bir güç haline gelerek tehdit oluşturmaları zor olmuyor. Zira “ataerkil ikiyüzlülük, kadını fahişe, olarak damgalarken erkeğe bu pazarda ‘görünmeyen müşteri’, patron, dost olarak cinsel tatmini sağladığı, kadın üzerinden ekonomik sömürüyü gerçekleştirdiği bir alan sunması fuhuş olgusunu ortaya çıkaran toplumsal dinamiklerin çözümlenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu çözümlemenin temel dinamiklerini kadının ikincil toplumsal statüsü, güçsüzleştirilmesi, savunmasız bırakılması, kadına yönelik ayrımcı toplumsal değerler ve politikalar, kadının bedeninin metalaştırılması, ataerkil kuram ve toplumsal cinsiyet kültürünün kadını kurguladığı kadınlık ve erkeklik tanımları” oluşturuyor. Erdoğan’ın öğrenci yurdundaki kurucu işlevi olan sözleriyle, Sarıgazi’de “hayat kadını”na saldıranların tavırları işte böyle bir kaynaktan besleniyor.

 

Dil söylemez, kurar…

 

Faşizmin en belirgin özelliği nedir diye sorulduğunda, hiç kuşkusuz herkes, güçsüzler üzerindeki zulmüne işaret edecektir. Yaşadığımız yüzyılı, dil ve kavramlar açısından insanlığın,- özellikle de Türkiye- en sorunlu dönemi olarak görmek bir abartı olmasa gerek. Dil denilen şeyin sadece bir ifade aracı olmayıp, hayatı kurmak olduğunu hatırlatmaya gerek yok. Hatta, her şey dilde olup bitiyor dediğimizde bile, gerçeğe yarı yarıya yaklaşmış oluyoruz. Nasıl ki, küresel kapitalizm üretim ilişkilerinin -mekânsal anlamda- oldukça uzağında dünya ekonomisini yönlendiriyorsa, dil ve insan ilişkileri de somut yaşam alanlarının uzağından seslenerek belirleyici olabiliyor.

Siyaset dilinin, mahalleler, mitingler, toplantılar gibi –mücadele- alanlarda, buluştuğu topluluklara nasıl bir etkide bulunduğu, onları ne şekilde dönüştürdüğü uzmanlık gerektiren bir inceleme alanı olabilir. Ancak gerçeğin çok basit olduğunu, çok da teorize edilmiş tanımlamalar istemediğini, hayatın gereksinimler üzerinde şekillendiğini, sıradan olanın yaşamın da temel bileşenlerinden biri olduğunu, sıradan faşizmin gücünü… Faşizm denilince insanların aklına; Hitler, soykırımlar, diktatörlükler, 12 Eylül mü geliyor? Tekrar dil konusuna dönersek; ezilenlerin kamusal alanlarda kendilerini ifade ettikleri dili, egemenler çok rahat kullanarak bu dil üzerinden tam da ezdikleri, yaşamlarını dumura uğrattıkları büyük çoğunluğu manipüle edebiliyor. Bunu ustalıkla yapıp, ezilenlerin ruhu bile duymazken; ezilenler de iktidarın karşıt başka bir yüzü olarak onu yeniden üretiyorlar.

 

Kendimizdeki karanlık…

 

Dil bugün “kayıp göndergeler” üzerine inşa edilen bir iletişim aracı olarak manipülasyonu da ta başından içinde barındırıyor demek ki. Ne yazık ki, güç ilişkilerinin ürettiği değer yargılarının kurucu gücü bir türlü parçalanamıyor. Sarıgazi’deki örnek de zaten bunu milyonuncu kez bir daha kanıtlıyor. Yönetici iktidar(lar)ın somut politikalarının ne denli etkili olduğunu da anlamış oluyoruz böylelikle. Tabii, kadına yönelik her türden saldırı, güç savaşları… gibi olaylarla  iktidar arasında nasıl bir ilişki bulunuyor diye de sorulabilir. “Tüm dünyada artan milliyetçi muhafazakarlık ve piyasa ekonomisinin küresel etkileri, ataerkil kültürün paylaşılan değerleri olan ‘erkeklik, cinsellik, namus, şiddet, savaş ve cinsiyet hiyerarşisi’, toplumsal eşitsizlikleri ve yoksulluğu daha da derinleştirmektedir. Savaş ya da silahlı çatışmalar bu süreci körüklerken, erkeğin cinsel taciz, tecavüz ve kadına yönelik şiddet uygulama riski her geçen gün daha da artmaktadır. Aile ve emek piyasası arasındaki çelişkiler ve artan gelir dağılımı adaletsizlikleri, kadınların eğitim ve sağlık başta olmak üzere toplumsal olanaklara erişimini engellemektedir… Kadına yönelik şiddet; cinsiyete dayalı, kadını inciten ve kadına zarar veren, fiziksel, cinsel ve ruhsal hasarla sonuçlanma olasılığı bulunan, toplum içerisinde ya da özel yaşamında kadına baskı uygulanması ve özgürlüklerinin keyfi olarak kısıtlanmasıyla yaşanmaktadır…”  Dolayısıyla da, Sarıgazi’de yaşanan, kendimizdeki karanlığın önemli bir yansımasıdır. Ve örneklerden sadece birisidir…

Yazarın Diğer Yazıları

Edebiyat sosyetesi, baskıcı iktidar(lar) ve arzunun halleri…

Arzunun ta kendisinin kitap halindeki tasarımcılarıyla karşı karşıyayız. Ve onlar büyümüş bir kibirle nesnelerini piyasaya sürerken "iktidarsız öfke"leri körükleyip, celladıyla kurbanı arasındaki ilişki misali, çift taraflı ulaşılamazlık yanılsaması yaratıyorlar

Trajik kötülük varsa, Thomas Sankara da var!

İçimizden birkaç Thomas Sankara çıksaydı bütün bunları yaşar mıydık?

Gayya Kuyusu’ndaki Gregor Samsa…

Düşman olarak görülenlerin de hakları olduğunu unutmamakta yarar var; öyle ki, düşmanın bile olsa kara çalamazsın, iftira atamazsın!