15 Eylül 2014

Yedinci yıl, yedinci mektup...

Farkında mısın, 6 yıl boyunca hep seni kalleş bir pusuyla aramızdan çekip aldıkları o uğursuz günde, 19 Ocak’ta sana mektup yazdım

Merhaba!

Farkında mısın, 6 yıl boyunca hep seni kalleş bir pusuyla aramızdan çekip aldıkları o uğursuz günde, 19 Ocak’ta sana mektup yazdım. Bu yıl öyle yapmayacağım. Bugün senin doğum günün. Üstelik artık 60 yaşındasın. Bundan böyle her yıl sana doğum gününde mektup yazmaya karar verdim.

İyi ettim değil mi?

Tutup sana “Doğum günün kutlu olsun. Nice yıllara kardeşim” desem şaşma.

Niye şaşıracaksın ki? Onca yıldır hep aramızdasın, hep aramızdasın.

Hatırla. Seni uğurladığımız gün, Agos’un önünde toplanmış binlerce, binlerce, binlerce kişiye “Hrantlar!.. Genç ve yaşlı, kadın ve erkek Hrantlar! Şimdi aramızdan birini, soyadı Dink olanı uğurlayacağız. Sessiz bir çığlık olacak ve İstanbul caddelerinde akacağız” diye seslenmiştim.

Tam da öyle oldu. Seni uğurladık; öteki Hrantlar senin bıraktığın yerden, senin tamamlayamadığın sözden, senin izinden yürüdüler, yürüyorlar.

Hangi birini sayayım sana?

Mesela seninkilerden bitirim Hayko Bağdat, sessiz sedasız iş yapan, sorun çözen Garo Paylan, sözcük jonklörü Yetvart Danzikyan ve sen gittikten sonra sana damat olan, Agos’un başına geçen ve Agos’u senden daha iyi çıkaran Rober Koptaş, sonra gazeteciliğini amatörlükten profesyonelliğe (kaliteyi kastediyorum) taşıyan Aris Nalcı, sonra gencecik Tamar Nalcı, ille de sözcüklerle nakış işleyen ve hep hüzünlü bakan Karin Karakaşlı…

Vazgeçtim… Ermenisiyle, Türk’üyle, Kürt’üyle hepsini saymaya kalksam Cumhuriyet’in bugün 200 sayfa filan çıkması gerekecek. Ama şunu bil: Çocuklarımız, gençlerimiz seni, senin fikrini ve senin cesaretini daha da yükseklere taşıdılar, taşıyorlar.

Hele senin oğlan, Arat (Ararat) Dink durup durup, susup susup bir gürlüyor ki, bana “Aşk olsun sana çocuk” demekten başka söz bırakmıyor. Geçenlerde bir basın bildirisi yazdı; inan ne sen, ne ben o kısacık, o yalın ve o vurucu metni beceremezdik. Bana da kendi adıma ve senin adına Arat’ı kıskanmak düştü.

Kuşkusuz seninle birlikte yürümüş, senin izinden gitmiş kimileri yolda sendelediler, savruldular. Boş ver. Önemsiz birer fire onlar. Omuz silk geç. Ben, biz öyle yapıyoruz...

 

***

 

Yattığın yerde izleyemiyorsundur. Seni uğurladığımız günden bu yana ülkede çok şey değişti. Mesela senin Başbakan olarak bildiğin zat şimdi Cumhurbaşkanı oldu. Onu hatırladın değil mi? Hani senin ardından ta evine kadar taziyeye gelmiş, gazeteciler karşısında gürlemiş, “Hiçbir cinayet Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolmayacak” buyurmuştu. Valla o gün bugün, cinayetin Ankara’nın karanlık dehlizlerinde kaybolması için ellerinden geleni yaptılar. Hatta seninki bunca yıl sonra, bunca kanıt, bunca bulgu gün ışığına çıkmışken cinayetin “Kişisel nedenlerle işlendiğini” söyleyiverdi.

Yani döndük başladığımız yere ve güne; yani 19 Ocak 2007’ye. Hani İstanbul’un o günlerdeki namlı valisi ile namlı Emniyet müdürü kameraların karşısına geçip “Örgütlü bir cinayet değil. Siyasi bir sebebi yok. Milli hisleri kabarmış bir gencin işi bu” demişlerdi.

Evet, döndük başladığımız yere ve başladığımız güne. Olsun bizler Sisyphos’uz. Kayayı tepeye kadar çıkardığımızda, onun yeniden aşağı yuvarlanmasına alışığız ve biz o kayayı yine yukarı taşırız. Ta ki...

 

***

 

Neyse, boş ver bunları. Görüyorsun çenem düştü. Oysa siyasetten söz etmek, olup bitenleri anlatmak için oturmadım mektup yazmaya. Ben anılar içinde dolanmak, arada bir ıslanıveren gözlerimi kurulayıp yeniden anılara dönmek istiyorum.

Mesela adadan söz etmek...

Hani sen ne zaman Kınalı’ya gitmeye kalksak “Benim adaya gidiyoruz” derdin ya, ben de Marmara Adası’ndan “Benim ada” diye söz ediyorum.

Burada da dostlarım var. Mesela Aret Usta. Balık avındaki ustalığını bir görsen kıskançlıktan çatlarsın. Öyle senin gibi Kınalı açığında çapari sallayıp istavrit, kraça çekip “Balık tuttum” diye firaklı fotoğraflar filan çektirip hava basmaz. Denize açılır, “Mezgit istiyorum” mu dedin, şak oltanın ucunda mezgit belirir. İzmarit mi? Al sana izmarit! Zargana, palamut, lüfer, sarıkanat... Ben balıkçı diye ona derim, sana değil...

Şaka bir yana, orada yatacağına yanımda olsan; yine atlasak ada vapuruna, Kınalı’nın yolunu tutsak. “Nasıl olsa Rakel de yanımızda değil, Oya da” deyip, rakı şişesinin birini boşaltıp ötekinin dibine vursak... Yine martılara simit atsak. Simit uzattığım arsız martı benim parmağı kanatsa. Sen “Bu garanti derin devlet martısı” diye dalga geçsen. Ben “Yanlış, Kınalı sularına girdik. Bu garanti Ermeni martısıdır. 1915’in hesabını benden soruyor” diye seni açığa düşürsem.

Gülsek. Yine katıla katıla gülsek.

 

***

 

Doğum günün kutlu olsun kardeşim...

Sen bu mektubu okuyadur. Ben gözlerimi kurulayacağım...  

 

Aydın Engin'in bu yazısı Cumhuriyet'ten alınmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim