27 Haziran 2011

İğneyi Değil Çuvaldızı...

Tamam biliyorum, ülkenin en yakıcı ve acil çözüm bekleyen sorunu tutuklu milletvekilleri...


Tamam biliyorum, ülkenin en yakıcı ve acil çözüm bekleyen sorunu tutuklu milletvekilleri. İster Ergenekon kanadından ister KCK kanadından, ama sonuç olarak 550 kişi için yapılan milletvekili genel seçimlerinden 441 milletvekili çıktı. Geri kalanı tutuklu. Tam iki haftadır bu konuyla yatıyor, bu konuyla  kalkıyoruz.  Artık söylenebilecek her şey söylendi, olası yolların, yasal deliklerin hepsi konuşuldu ve belli oldu: Bu iş henüz toplanıp, yemin törenini tamamlayıp yasa çıkarma yetkisini eline almamış olan yeni Meclis’te çözülecek. Yani bu işi Meclis çözecek.

Çözecek mi?
Bilmiyoruz. Bildiğimiz çözmek zorunda olduğu. Yoksa “550 yerine 441 kişilik bir Meclis”  gibi benzeri görülmemiş, örneği duyulmamış bir siyasal rezalet yaşayacağız.
Zaten yakında yenisi geleceğinden çöpe atılacak olan kırk yamalı ve özü korunduğu için yamaların pek de işe yaramadığı 12 Eylül Anayasasına yeni bir yama mı yapılır; Siyasi Partiler Yasası, Terörle Mücadele Yasası, Seçim Yasası, YSK Yasası, Türk Ceza Yasası, bilmem ne yasasında değişiklikler yapılarak mı bir çözüm bulunur bilemem. Ama bu değişiklikler olmaksızın bu kör hatta köpkör düğümün  çözülmesi mümkün görünmüyor.
*    *    *
Demek ki bu konu üstünde bir yazı daha döktürmenin ne alemi, var ne anlamı...
Bir kaç günlüğüne “yakıcı sorun”u buzdolabına koyabilir ve okurların “Bunca sorun dururken, değinilecek konu bu mu” gibisinden olası itirazlarını göze alıp meslek içi bir gezinti yapabiliriz (mi?).
*    *    *
Ben ustalarımdan “Gazetecinin kendisi haber oluyor, bir yazıya konu ediliyorsa orada bir yanlışlık vardır” öğüdünü dinleyerek yetiştim. Hemen her zaman da bu öğüde uymaya çalıştım. Kıdemli Tırmık okurları tanıklık edebilir; bir başka meslektaşa sataştığım, laf çarptırdığım, hatta eleştirdiğim yoktur diyemem ama pek azdır. Hem de pek pek az...
Epey yıllar önce bu haltı yediğimde ustalarımdan (rahmetli) Kemal Bisalman beni karşısına aldı.  Küfürsüz konuşamaz. Ben küfürleri ayıklayıp söylediklerini özetleyeceğim:
- Bize sataşan o herife iyi giydirmişsin. Şimdi sen sadece sana değil, bize, Yeni Ortam’a sataştığı için, aklınca ona dersini verdiğin için benim hoşlanacağımı, senin sırtını sıvazlayacağımı düşünüyorsun değil mi?
Kem küm ettim. Böyle bir hesabım yoktu. Sadece öfkemi yatıştırmak, ifrit olduğum o aşırı sağcı yazara ders vermek istemiştim o kadar. Ustam devam etti:
- Sen sanıyor musun ki gazete okurları her gün bir kaç gazete alıyor; birinde yazana, bir ötekinin ne cevap verdiğini okuyor; sonra cevabın cevabının peşine düşüyor ? Ulan, millet tek gazeteye zor para yetiştiriyor. Tirajların halini görmüyor musun? Ama asıl mesele ne biliyor musun? İki gazetecinin, iki gazete yazarının itiş kakışından, horoz dövüşünden okurlara ne? Onların gazeteciden beklediği bu mu ? O herif bize vermiş veriştirmiş; sen de üslup cambazlıklarıyla yazıyı şekere bulayıp ona vermiş veriştirmişin. Peki ama okurlara ne bundan?

İyi dersti. Bir daha yapmamaya özen gösterdim. 
*    *    *
Bu epey geçmişte kalmış meslek anısı nereden çıktı derseniz...
Nasıl çıkmasın? Son günlerde bizim mesleğe, daha doğrusu meslektaşlara bir haller oldu. Köşelerinde birbirlerine giydiriyorlar. Hiç biri altta kalmaya niyetli değil. Cevaba cevap geliyor; kaçınılmaz olarak da cevaba cevabın cevabı gecikmiyor... Benim kulağımda da Kemal Bisalman’ın öğüdü çınlıyor: 

- Bütün bunlardan okurlara ne?

Mesela Ertuğrul Özkök, Ahmet Kaya’nın mezarı başında üzgün süzgün pozlar verip fotoğraflar çektiriyor, o fotoğrafı köşesine taşıyor ve mezarında yatan Ahmet Kaya’dan helallık istiyor.
Haydiii yazar arkadaşlardan biri de değil, bir kaçı birden kaleme sarılıp, klavyeye yumuluyor; Özkök’ü yerden yere çalıyorlar. Sanki Hürriyet okurları budala; sanki Hürriyet okurları o kepazeliği farkedemeyecek? 
Dahası o arkadaşların yazdığı gazeteleri okuyanlar ayrıca ve mutlaka bir de Hürriyet alıyorlar ve o yüzden ne olup bittiğini ayrıntısıyla biliyorlar...
Özkök burada bir örnek. Hemen hergün bir yazarın, bir başka yazara “çaktığı”na tanığız. Düne kadar Ergenekon zihniyetinin sözcülerinden biri olan bir gazete yazarı, seçim sonrasında gerisin geri çark edip “demokrasi” kılıfında AKP’ye nağmeler, güzellemeler düzmeye başlamış. Haydiii, o delikanlıya giydirmek için klavyeyle tuşlarına girişiliyor. O yazılara cevaplar geliyor, sonra da o cevaplara cevaplar... 
Ayrı soru: Peki bundan okura ne, bana ne, bize ne?

Meslek toplumdaki, yaşamın çeşitli alanlarındaki yanlışlıkları, bozuklukları, aksaklıkları, eksikleri, yolsuzlukları sergilemek, halkın haber alma hakkını (ihtiyacını değil hakkını) savunmakla yükümlü. Gazetecilerin birbirleriyle itiş kakışı sizce bu kapsama girer mi?
Hani “İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır” diye bir halk deyişi var ya, bence onu ters yüz edelim. Toplumda, yaşamda olup bitenlere iğneyi batırmadan önce kendimize iri bir çuvaldız batırsak iyi olacak...

Yazarın Diğer Yazıları

Bitirilmeyen bir Tırmık ve bir kişisel not

Hiç günü kurtarmak için yazmadım. Bundan sonra da yazmam

Reis boşa koysa dolmaz, doluya koysa almaz

Reis'in derdi büyük. Eğer "Seçim zamanında yapılacak" sözünü ve iddiasını yalayıp yutmayacaksa Anayasa'yı değiştirmek zorunda. Anayasayı değiştirmeye ise Meclis'teki AKP ve MHP milletvekillerinin sayısı yetmiyor. O zaman geriye tek seçenek kalıyor. Erken seçim

Bir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden

MHP Başbuğu partisinin Kızılcahamam kampının kapanışında konuştu. Valla kampa katılan MHP yiğitleri ne düşündüler bilemem. Zaten düşündükleri olumsuzsa dile getirmek MHP çatısı altında pek mümkün değildir. Parti disiplini değil, Başbuğ disiplini olsa gerek. Ama ben elbette her türüyle milliyetçiliğe, dolayısıyla MHP’ye de, onun Başbuğ’una da çok ama pek çok uzağım, öyleyse Başbuğ’un sözleri üstüne düşündüklerimi dile getirebilirim