26 Kasım 2014

Yağmacılar İstanbul aşığı Çelik Bey'e bile el attılar!..

İstanbul’un bir yerine heykeli dikilerek anılması gereken Gülersoy, unutturuluyor, nesi var nesi yok yağmaya açılıyor

Gitgide yok ettiğimiz şu güzel kente, giderek şu güzel ülkeye baktıkça nasıl canım sıkılıyor... Hoyrat bir yaklaşımla, her gün biraz daha azdırdığımız bitmek bilmeyen bir hırsla, kapitalizmin en zalim günlerinde bile görülmemiş bir rant kavgasıyla, ülkenin tüm güzellikleri parçalanıyor, yağmalanıyor, yok ediliyor.

 

Bu güzelliklerden yarına ne kalacak? O ürkünç bilim-kurgu filmlerindeki gibi çevreye yayılmış beton yığınları, terkedilmiş gökdelenler, yeşili unutmuş kuşaklar, doğayı yitirmiş umutsuz insanlar. Çok mu bilim-kurgu izledim dersiniz? Hayal mı, daha doğrusu kabus mu görüyorum acaba?

 

Boğaziçinden İztuzu’na hep yağma

Ama her gün üst üste yığılan haberlere baksanıza... Boğaziçi Tarabya’da Yorum İnşaat projesi için, 1. derecede sit alanı olan 5000 m2’lik alan bakanlıkça imara açılmak isteniyor. Hem de bu kez Büyükşehir Belediye’sinin red kararına rağmen...

Muğla’nın Ortaca ilçesindeki efsanevi İztuzu plajı da tehlikede. Önce belediyeden alınıp valiliğe bağlanmış, valilik de özel bir şirketle anlaşmış. O İztuzu plajı ki ben bilmem, gidip göremedim. Ama Dalyan’ın medar-ı iftiharı ve dünya çapında turizmin gözdesi olduğunu biliyorum. Orayı bile kar ve ranta açmak ne demek oluyor? Herhalde vatan sevgisi veya doğa kaygısı değil, belli ki tam tersi oluyor.

 

Mantar gibi biten cafe’ler

İstanbul’a dönersek, artık her bir köşesi ranta açık. Kent paylaşılıyor, eşe-dosta pazarlanıyor, akraba ve taallukata dağıtılıyor. Her yere ‘cafe’, çayhane ya da büfe açılıyor. Biraz dikkat edin, göreceksiniz: ünlü Nişantaşı Parkı’nın en alt düzeyinde de bir ‘cafe’ peydahlandı: Cemal Reşit Rey’den çıkıp otoparka yürürken gözüküyor.

Ve son yıllarda bunlar mantar gibi bitti. Tarabya’nın minik parkından Maçka Parkı’nın içine, Açıkhava tiyatrosunun yanıbaşından Dolmabahçe sırtlarına hemen heryerde. Belli ki herbirinin ardında gözetilen bir rant düşüncesi var: eşe-dosta, amca-yeğene, bacanak-dünüre... Batı dillerinde ‘nepotisme- yeğencilik/ akraba kayırma’ denen zihniyetin Doğu usulü tatbikatı...

Yalnız yeşil alanlarda değil, en önemli ve kutsal yerlerde bile bu zihniyet işliyor. En son Süleymaniye Camii bahçesi içindeki bir köşeye, hem de şık bir ‘cafe’ kondurulmuş, gazelerde çıktı. Ve yine son günlerde tarihi Yedikule bostanları yok edilirken,  o muhteşem surların yanıbaşına havuz-mavuzla birlikte konut evler de planlanıyor!..

 

Turaç kuşu ya da Akdeniz foku

Yahu, ne biçim insanlarsınız siz... Tüm bunları düşünüp planlayıp hayata geçirmeye çabalayanlara sesleniyorum: siz hiç ailecek pikniğe gitmediniz mi, doğaya çıkıp bir nefes almadınız mı, sakin bir yeşillikte oturup varoluşun sırları üzerinde düşünmediniz mi? 

Ne yeşile saygınız var, ne börtü-böceğe ya da hayvana... O yaralı Turaç kuşuna ya da gözlerindeki korkuyu saklayamayan Akdeniz fokuna da hiç sempati duymadınız mı? İnsanın kendikendisiyle hesaplaşması, şu dünya üzerindeki gelip geçici hayatını düşünmesi için, bir mabedin (cami, kilise, havra) huzur verici mekânı kadar, en dokunulmamış haliyle doğanın da uygun bir ortam olduğunu hiç farketmediniz mi?

Çelik Gülersoy’a saygı nerede!..

En son bir haber, işte tam da tüm hayatı boyunca bunu yapmış, özellikle İstanbul’un çok şey borçlu olduğu, artık öte yana göçmüş bir fani, dostumuz merhum Çelik Gülersoy üzerine. Onun yaptıklarını bilen biliyor, ama ne azık ki yeni kuşaklar çok da bilmiyor. Kariye’yi semt olarak eski haline döndürmekten Topkapı sarayı duvarlarını çevreleyen ahşap evlerin restorasyonuna, Safranbolu’dan Büyükada’ya onarım ve kültür projelerine kadar... Belki en önemlisi, dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren’e Boğaz sırtlarında yükselen yapıları gösterip şikayet ederek, o ünlü Boğaziçi’ni Koruma Yasası’nı çıkartması olan…

İşte ölümünden beri, kurucusu olduğu Turing ve Otomobil Kurumu’na karşı adeta savaş açıldı. Bu eski ve saygın tüm varlığı ve bu hizmetleri yapma imkânları elinden alındı.

 

Sıra geldi son perdeye...

Ve galiba sıra geldi son perdeye: Ayasofya’nın yanıbaşındaki Yeşil Ev, eski ve harabe halindeki bir Osmanlı konağının mükemmel onarımıyla elde edilen ve turizme adanmış o güzelim bina boşaltılmış, eşyası haraç-mezat satılmış. Kurumun zaten hemen tüm varlığı, yakın zamanda 15 yıllığına bir şirkete (AKP’ye yakın olduğu rivayet edilen bir sermayedara) kiralanmıştı.

Böylece sevgili Çelik bey, defalarca yazdığım gibi mutlaka İstanbul’un bir yerine görkemli bir heykeli dikilerek anılması gereken bu güzel insan, tam tersine unutturuluyor, nesi var nesi yok yağmaya açılıyor.

Doğrusu bulunduğu yerden kendisinin pek aldırdığını sanmıyorum!... Öylesine bir İstanbul efendisi, öylesine kalender bir insandı ki... Ama ben, o günleri yaşamış İstanbul aşığı bir yazar olarak, bu durumu eleştiriyor, bu görgüsüz, bilgisiz, asgari bir minnet duygusundan ve memleket sevgisinden yoksun, sözümona kapitalist tavrı lanetliyorum!... 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Son günlerdeki siyaset ve ülke sorunları üzerine birkaç düşünce

Bir ortak vicdan yaratmaya bir küçük katkısı olabilir umuduyla...

Ringlerde görülegelmiş en zalim maçların öyküsü

Asıl soyadları Adkisson olan bu garip ailenin öyküsü usta biçimde anlatılmış. Oynak bir kamera, ABD'nin Texas'taki Spectatorium gibi gerçek büyük salonlarında çekilmiş sahneleri etkileyici biçimde verir

İmamoğlu gelirse…

Belki İstanbul'u da kurtarma şansı doğar...