31 Temmuz 2016

Tüneller, metrolar ve denizaltı geçitleriyle yeraltına itilen halk!

Sahi, bu koruma kurulları niye var? Ve neyi nasıl koruyorlar?

Ey İstanbullular. Bu güzelim  kentte bir süre de olsa yaşamış-yaşamakta olan, yaşı bu güzelliği kavramaya yeterli, belleği şehrimizle ilişkili anılara biraz da olsa yer verecek yapıda olan herkes…

Lütfen elinizi şakağınıza koyup düşünün…Daha birkaç yıl önce, diyelim ki 7-8 yıl önce, bu kenti Anadolu’ya, yani tüm vatana bağlayan heybetli Haydarpaşa’nın bu büyük işlevinden koparılıp sadece bir sergi ya da konser mekanına dönüştürüleceğini hayal eder miydiniz?

Benzer biçimde Sirkeci garının, kentimizi ve ülkemizi trenle tüm Avrupa’ya bağlayan, bir yüzyıl boyunca tarihi Orient Express’i karşılamış yolun görkemli kapısı olmaktan sıyrılıp hiçbir işe yaramayan bir boş dekor olacağına inanır mıydınız? Koşut biçimde bu kenti ve çevresindeki çok büyük banliyöyü iki temel yönde, Avrupa ve Asya yönlerinde birbirine bağlayan tren hatlarının tümüyle kaldırılacağını düşünebilir miydiniz?

Bu kentle ilgili o kadar çok şey öylesine hızla, öylesine radikal biçimde değişiyor ve de yok ediliyor ki…Akla o büyük soru geliyor: kentler, özellikle de büyük, tarihsel kentler değişerek mi güzelleşir, yoksa olabildiğince korunarak mı? Yanıtını bilmiyor olabilir misiniz?

Tepebaşı’ndaki Mikla Lokantası'nın tepesinden kentin gece görünümüne bakarak Ertuğrul Özkük’e “Bu şehir olağanüstü” diyen ünlü gazeteci (Bild koordinatörü Kal Diekmann) elbette haklı. Işıkların herşeyi örttüğü bir gece manzarasında uzaktan bakınca, yine ve hala güzel.

Ama ya gündüz vakti, bir yerden biryere gitmek için trafiğe çıkanlar…Eski bir binayı, bir sokağı, bir cumbalı evi, bir çeşmeyi, bir parkı, bir gölgeli ağacı arayıp da bulamayanlar… Çocukluklarını, gençliklerini yaşadıkları semti artık tanıyamaz hale gelenler… Her yerde hızla yükselen, kimi zaman gerçekten korku veren yapıların kenti tümüyle işgal ettiğinin farkına varanlar…

Ve oralarda otursalar da çocuklarını götürecek, köpeklerini gezdirecek bir karış yeşil alan, bir küçük oyun sahası bile bulamayanlar…Onlar ne düşünüyor?

Yok olan şeyler o kadar çok ki…Örneğin deniz trafiğinin iki büyük çıkış noktası, Yenikapı ve Kabataş da yok oluyor. Eski Yenikapı, yanıbaşındaki balıkçılar çarşısıyla ve karşısındaki meyhanelerle ne hoştu…Şimdi bitmeyen bir Marmaray inşası için gözden çıkarılmış, içine girilip çıkılması neredeyse imkansız bir  kördüğümün merkezi.

Aynı şey Kabataş’ın başına gelmek üzere…Orası da açıklanıp sergilenmeyen bir projeye kurban oluyor gibi… “Raylı sistem, deniz ve karayolunu birleştiren” bir proje…O güzelim camileri bağlayan yeşil alanlar sanırım feda edilecek.

Ve ortasında ültra modern bir betondan martının yer alacağı bir yere dönüşecek. “80 bin metre karelik bir yayalaştırılmış meydan”. Bu arada trafik Dolmabahçe- Fındıklı arasında yeraltına alınıyor. Meydanın altında ise müze, sergi salonları ve otopark var. (Hürriyet, 13 Temmuz).

Bunlara ek olarak başka şeyler var. Kimileri son derece tartışmalı. Örneğin Boğaz’ı alttan geçecek bir yaya yolu. Üsküdar’la Kabataş arasında. (Sözcü, 12 Temmuz). Allah aşkına, Boğazı vapurla, sandalla, köprüden yürüyerek geçmek yerine, denizin dibinden yürüyerek geçmeyi kim ister? Şaka mı bu?

Öte yandan, şehir tünellerle ve metro ağlarıyla örülüyor. Örneğin Haliç’te Unkapanı Köprüsü kaldırılacak. Yerine bir Haliç-Unkapanı Tüneli Tüp Geçit Projesi geliyor. (Hürriyet, 13 Temmuz). Ayrıca tam altı yeni metro hattı inşası.var. Toplam 160 kilometreyi bulan…

Denebilir ki: işte trafik deyip duruyordunuz. Tüm bunlar trafiği rahatlatmak için yapılıyor. Dünyanın tüm büyük kentleri de sorunu büyük ölçüde çok geniş metro ağlarıyla çözmediler mi?

Evet, ama o kentlere gidip bir bakın. Hiçbirinde insanlar sürekli yerin veya denizin altına sokulmamıştır. Trafik tümüyle yeraltına inmemiştir. Bir alternatif olarak hep vardır. Sadece kent merkezlerine özel araç girişi zaman zaman ve yer yer kısıtlanır. 

Ama bir kenti üzerinde gezerek, güzelliklerini yakından görerek araçla da dolaşma imkanı hep vardır. Özellikle turizm için mutlaka gerekli olan tur otobüsleriyle gezmek, hiçbiryerde kalkmamıştır. Çünkü turistik bir kenti kısa bir zaman için gelen yabancılara ve toplu gezilerle açmak, turizmin t’sini bilen bir ülke için kaçınılmazdır…Ki ayni hak o kentin ve ülkenin kendi vatandaşları için de geçerlidir.

Eğer herşeyi, hem de en turistik bölgelerde yeraltına alırsanız, örneğin Şişhane’den Unkapanı köprüsüne inen bir araçta birden karşı yakadaki Süleymaniye ile karşılaşmak denen mucizenin güzelliği kalmaz. Kabataş’ta yeraltına dalmak, Dolmabahçe camiini keşfetmek denen eşsiz zevki size tattırmaz.

Ve Boğaz’ı denizin altından yürüyerek katetmek, bunu yapana hiçbir şey getirmez. Bir klostrofobi duygusundan başka!...

Bu tünel merakı öylesine büyümüş ki, Kilyos ve Zekeriyaköy’ü merkeze bağlamak için Büyükşehir Belediyesi bir Sarıyer- Kilyos tüneli projesini meclisten geçirmiş. (Sözcü, 12 Temmuz). Bu da yörenin orman dokusuna ciddi zarar verecek bir proje.

Özetle: hangi gerekçelerle olsun ne turisti, ne de kendi halkını sürekli yerin ve denizin altına itmek, bir yerel ya da merkezi yönetim için en iyi yol değil. Belki –büyük maliyetlerin dışında- pratik bir yol. Ama insana reva görülen ‘yeraltına itme’ olgusu bence son derece tartışmalı.

Elbette İstanbul  için yapılan ya da konuşulan daha çok olumsuz şeyler var. Ona ve doğal, tarihsel birikimine zarar getirecek…Örneğin yakın zamanda Kasımpaşa’daki tarihi Cezayirli Hasan Paşa Kışlası'nın, hem de İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu'nun onayıyla yıkılması (Milliyet, 12 Temmuz). Bu bence tarih düşürülmesi gereken bir kültürel cinayetti. Sahi, bu koruma kurulları niye var? Ve neyi nasıl koruyorlar?

İstanbul’u uzaktan görmek için birkaç lüks lokantanın terasından çok daha büyük ve son derece turistik Çamlıca tepesinin de devasa bir cami, müştemilatı ve gelecek diğer yapılarla birlikte (inşaat daha iki yıl sürecek!) tümüyle gözden çıkarılmış olması… Ayazağa’daki devlet ormanının 160 dönümünde planlanan Mezarlık Alanı tasarısı. (Sözcü, 11 Temmuz)…Kurbağalıdere’de imara açılan, hem de sit alanı olan bir yere verilen 12 katlı otel projesi… Büyükçekmece sahilinde dolgu alanında yapılan park ve eğlence alanının bir kararla İSPARK’a devri ve onun da burayı Pazar yerine çevirmesi (Sözcü, 9 Temmuz).

Tabii bir de Beşiktaş Ihlamur Parkı olayı var. Bu güzel ve gayet işlevsel parkın bir bölümünün özel mülk olduğu ortaya çıkınca,  orada inşaat hazırlıkları başladı.Yıllardır kamuya açık ve semt sakinlerinin yoğun biçimde kullandığı böyle bir alanda bu olur mu?

Elbette protestolar sürüyor. (Cumhuriyet, 14 Temmuz). Ama hakşinas olmak için, bu konuda kabahatin büyüğü CHP’li başkan Murat Hazinedar’da gözüküyor. Ona ayrıca dönmeye çalışacağım.

Kuşkusuz başka şeyler de var. En önemlisi yeniden depreşmiş gözüken “Taksim’e Kışla” edebiyatı. Doğrusu cumhurbaşkanımız sayın Tayyip Erdoğan’ın Allah’a şükür atlatılan o şeytani darbe girişiminden hemen sonra, 19 Temmuz’da bu konuya değinecek zaman bulması ve “Taksim’e kışla, cami ve opera” üçlümüjdesini vermesi beni çok şaşırttı.

Nasıl şaşırtmasın ki…Darbenin korkunçluğu üzerinde öyle bir ittifak oluşmuş, bu eli kanlı girişim halkı ve aydınıyla, iktidarı ve muhalefetiyle, basını ve medyasıyla öylesine ortak biçimde mahkum edilmişti ki… Gezi Olayı’na da yol açan o kışla projesinin, iktidarı ne kadar incitmiş ve yaralamış olsa da bir intikam konusu haline getirilmeyeceğini ve daha çok bir unutmanın tercih edilmesini beklemiştim.

Yine de öyle olmasını diliyor ve bekliyorum.  Ülkenin ve ortamın ihtiyacı olan huzur açısından… 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hıristiyanlık temeli üzerine bir gerilim

Immaculate'nin ilginç oyuncuları ve kimi kolay unutulmayacak birkaç sahnesi de var

Afyon'da müzik, dostluk ve siyaset günleri

Hepsi artık benim kolay unutulmaz anılarım arasında girdiler ve öyle kalacaklar

ABD'deki hayali bir savaşın korkunçluğu tam şu günlere denk düşüyor

Dünyamızın savaş denen korkunç olaya sayısız ülkede esir düştüğü şugünlerde, bu film önemli bir eleştiri sayılabilir