19 Eylül 2014

Terör, İslam, ajanlık ve insanlık üzerine

Bu film, yazarı John Le Carre’den yönetmeni, özgün sanatçı Anton Corbijn’e, projeye katılan herkesi onurlandırır

İNSAN AVI
(A Most Wanted Man)

Yönetmen: Anton Corbijn
Senaryo: Anderw Bowell
Görüntü: Benoit Delhomme
Müzik: Herbert Grönemeyer
Oyuncular: Philip Seymour Hoffman, Rachel McAdams, Willem Dafoe, Grigory Dobrygin, Nina Hoss, Robin Wright, Rainer Bock, Homayoun Ershadi, Mehdi Dehbi, Neil Malik Abdullah, Daniel Bruhl, Derya Alabora, Vedat Erincin/ Amerikan filmi.

Film hayli ağır akan temposuyla beklediğimiz türden, aksiyona dayalı bir ajans filmi değil, hiç değil. Ama yine tanınmış casusluk romanları yazarı John Le Carre’den uyarlanan –ve kişisel olarak bana fenalıklar geçirten- Köstebek- Tinker Sailor Soldier Spy tarzı ukala bir film de değil.

Daha çok, Le Carre’nin ününü yapan ilk sinema uyarlamalarına benziyor: Utanç Duvarında Casusluk, Casuslar Mücadelesi, Rus Evi, Panama Esrarı, Arka Bahçe, vs.

Günümüzde, filmdeki deyişle “tarih boyu, özelikle ‘duvar’ın yıkılışından beri herkesi dostça ağırlayan, ama 11 Eylül olayından beri esmer renklilere şüpheyle bakan” bir kent olan Hamburg’da geçen bir öykü anlatılıyor. Le Carre belli ki yaşına rağmen (84) aktüaliteyi çok iyi izliyor, hayal gücüne temel olarak gayet çağdaş ve gerçeğe yakın olayları ve durumları alıp kullanıyor.

Film, babası Rus, annesi Çeçen olan İssa Karpov’un çevresinde dönüyor. İsa’yı andıran adına yakışır biçimde çekingen, ezik duran bir genç adam... Aile öyküsü bile tam bir trajedi. Hele Ruslardan gördüğü ve sırtında dayanılmaz izlerini taşıdığı işkence...

Karpov kaçak olarak Almanya’ya gelmiş, babasından miras kalıp yıllardır onun yakın arkadaşı olan bir iş adamının bankasında yatan paranın peşine düşmüştür. Yüz milyon avro kadar küçük bir şey!..

Hem bu para, hem de gizemli kişiliği nedeniyle Alman hükümeti kadar Amerikalılar da Karpov’un peşindedir. ABD, Berlin’deki elçiliğinden gelen bir (kadın) memur, Almanlar ise ‘kirli işlerini’ yüklenen küçük bir ekip aracılığıyla... Ekibin başında Günther Bachmann vardır:  Tam zamanlı alkol ve sigara tutkunu, neler neler görüp geçirmiş, casusluk yolunda iyice katılaşmış bir eski ajan... Hedefinde Karpov’dan çok, onun aracılığıyla erişmeyi umduğu İslam kökenli bir terörün elebaşları vardır. Özellikle de bir tür din adamı/bilge karışımı olarak sunulan, camide insancıl vaazlar veren Abdullah...

Ve çevrelerinde daha bir avuç ilginç kişilik. Göçmenlere yardımı görev bellemiş idealist kadın avukat Annabel Richter... Günther’in sağ kolu kadın ajan İrna Frey... ABD elçiliğinden kadın görevli Martha Sullivan... Günther’in can düşmanı meslektaşı Dieter Mohr... Abdullah’ın genç oğlu, belki ona yardım etmek için Günther’le tuhaf bir ilişki kurmuş Jamal...

Tüm bu insanlar, çağımızda Doğu ile Batı, inançla maddiyatçılık, dürüstlükle namussuzluk, aşkla nefret arasında gidip gelen karmaşık bir ilişkiyi yaşarlar. Günther, tüm o her şeyi görev çerçevesinde ele alan ve hiçbir şeyden etkilenmeyen sert kişiliği ardında yatan altından kalbini, ancak finalde belli eder. Masumiyetin timsali gibi duran Karpov, avukat Annabel’le adı konmamış bir aşk yaşar. Jamal’la Günther’in ilişkisinin bir başka baba-oğul mu, yoksa bir eşcinsel çekicilik mi olduğu anlaşılmaz.

Ve bu alttan alta, neredeyse sıkıcı biçimde seyrederken çağımızın en önemli sorunlarına değinmeyi başaran film, ayrıca İslam’la eşleştirilen terör konusunda Batı’ya yaman bir tokat atar: özellikle o haşin ve unutulmaz finalinde... Çünkü bir kereliğine, hikâyenin Müslüman kahramanları asıl masumlar ve kurbanlardır. Gerçi terörle bunca özdeşleşen bir İslam’ın eleştirisi yine yapılır: en azından buna yeterince engel olamayan Müslüman toplumlar açısından...

Ama Batı’nın hainliğe varan kurnazlığı, entrika kurmadaki şeytani ustalığı, tertemiz yüreklere (burada özellikle Karpov-Annabel ikilisi söz konusudur) erişmedeki yetersizliği, tabak gibi ortaya çıkar. Siyasal hırslar uğruna bir avuç insan hayatının un-ufak edilip savrulması önemli değildir: Yeter ki egolar doysun, sistem yürüsün, vatan kurtulsun!...

Ve bu kendine özgü bir hüzün ve karamsarlık içeren film, yazarı John Le Carre’den yönetmeni, özgün sanatçı Anton Corbijn’e, projeye katılan herkesi onurlandırır.

Ya oyuncular? Başta Günther’de yalnız kendi kariyerinin değil, tüm sinema tarihinin en iyi oyunlarından birini veren ‘merhum’ Philip Seymour Hoffman olmak üzere? Başka şeylerin yanında, film boyu sürdürdüğü o tipik Alman şiveli İngilizcesiyle? Seymour’un önümüzdeki Oscar’larda aday olması bakalım mümkün olacak mı?

Ayrıca bankacı Tommy Brue’da Willem Dafoe, Annabel’de Rachel McAdams, Martha’da Robin Wright da harikadır. Bizden Derya Alabora ve (Almanya’daki şöhretimiz) Vedat Erincin’in rollerinin çok kısa olduğuna ise üzülmeyin...Bir Alman idolü olan Daniel Bruhl bile o minik rolde oynadıktan sonra!...

 

Not: Bu film bugün üçüncü haftasına giriyor. Ben tatilde olduğumdan görüp yazamamıştım. Ama gelince ilk iş gidip izledim. Ve hem önemi, hem de bir gündüz seansında Akmerkez’de sadece üç kişi izlemenin verdiği üzüntüyle, geç de olsa yazmak istedim. Çünkü daha büyük bir ilgiyi hak ettiğine inanıyorum. Ama yarın, yepyeni bir filmle karşınızda olacağım!..

Yazarın Diğer Yazıları

Bir korku klasiğinin ilk günlerine dönüş

Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir

Hindu kültüründen gelen kendine özgü bir kitle filmi

Karşımızda gerçekten hayli değişik bir film var. Hem anlattıkları; hem anlatma biçimleriyle...

Aziz Nesin'i sinemaya aktarmanın belki en usta işi örneği

Hikâyelerin tümü usta biçimde yoğrulmuş; alabildiğine serbestçe, özgür ve özgün biçimde perdedeki yerini almış: Nesin'e çok yakışan bir mizahın yer yer absürt biçime dönüşmesiyle...