12 Şubat 2016

Danimarkalı Kız: Bir cinsiyetten öbürüne atlamak ve bunun -ağır- bedeli…

Aşkın Seçimi: Aşk filmi denen türün en berbat örneklerinden...

DANİMARKALI KIZ   XXXX 1/2 

(The Danis Girl)

Yönetmen: Tom Hooper
Senaryo: Lucinda Coxon
Görüntü: Danny Cohen
Müzik: Alexandre Desplat
Oyuncular: Eddie Redmayne, Alicia Vikander, Adrian Schiller, Ben Whishaw, Amber Heard, Matthias Schoenaerts, Pip Torrens, Nancy Crane
Universal filmi

 

Danimarkalı Kız insanı şaşırtan bir film. İlk on dakikası örneğin… Öylesine girift ve yoğun ilişkileri öylesine ustaca veriyor ki… Bir tür duygusal fırtına doruğu olacağını hemen kestiriyorsunuz.

Bu tempo giderek hızlanıyor, dramatik yoğunluk hiç ara vermiyor. Sonra film biraz sakinleşiyor.

 Ama final sahnesi yine o denli etkileyici ki… Sonuç olarak, son derece özel olsa da önemli ve çok etkileyici bir film olduğu su götürmez.

Film 1926 yılının Kopenhag kentinde açılıyor. O günden bugüne kanalları, birbirinden cici evleri, minik meydanlarıyla hiç değişmemiş duran Danimarka başkentinde, bir sanatçı çiftin çevresine giriyoruz. Eina ve Gerda Wegener. İkisi de ressam: Gerda sadece portreler yapıyor. Bu arada kocasınınkileri de…Eina ise geniş açılı peyzajları, doğa manzaralarını tercih ediyor.

Çift her açıdan mutlu gözüküyor. Öncelikle duygusal ve cinsel açılardan… Yatakta da sadece karşılıklı tatmin ve doyum var. Ama Einar’ın kadınsı kırılganlığı, bizde çok kullanılan sözcükle ‘efemine’ halleri de göze çarpıyor.

Alabildiğine yumuşak ve anlayışlı bir eş olan Gerda ise resimlerini kabul ettirip satabilmenin ve sanatını kanıtlamanın peşinde.

Sonra bir  gün… Gerda kocasına yarım kalmış bir resim için modellik yapmasını öneriyor. Çorap ve ayakkabıdan başlayıp iç çamaşırına ve tuvalete dek ona kadın giysileri giydirerek...

Belki bu olay Einar’ın içindeki gizi ortaya koymada işlev görüyor. O zaten kadın gibi giyinmek, giderek kadın olmak saplantısı içinde değil midir?

Ve bir kez bu yola girdi mi, zamanı için çok erken olsa da o malum ‘cinsiyet değiştirme’ ameliyatlarından birine bedenini teslim etmeyecek midir?

Bu çarpıcı öykü üstelik gerçek!.. Gerda ve kadınlığa dönüşünce Lili Elbe adını alan Einar’ın tam 26 yıl süren bir evlilikleri olmuş. Einar 48 yaşında ölmüş, Lili ise yıllar sonra, 54 yaşında. Ve kalp krizinden… Resim tarihinin en ilginç çiftlerinden biri onlar…

Bu tuhaf ve büyüleyici film, öncelikle sağlam bir dönem filmi. Sonra sanatın ve özellikle resmin genel veya o çağa özgü kıvrımlarını veriyor. Her ressamın gönlünde yatan Paris’e gitmek ve sergi açmak özlemi, başarma tutkusu, sanatçı-galeri sahibi ilişkileri.

Bu açıdan filmin büyük ressamları anlatan o ünlü biyografilerin izini sürdüğü söylenebilir: Minnelli’nin Lust for Life- Ölümsüz İnsanlar (Van Gogh),  John Huston’un Moulin Rouge- Kırmızı Değirmen (Touluse Lautrec), Derek Jarman’ın Caravaggio, vb.     
Ama daha önemli şeyler var. Öncelikle bu görkemli bir aşk öyküsü. Ama Einar’ın Gerda’ya aşkından çok, Gerda’nın aşkı önemli. Çünkü sonuç olarak kendisini bedeni, ruhu ve sanatıyla hep ön planda tutan Einar’dan çok, sevdiği erkeği sonuna dek izleyen, koruyan ve kanatları altına alan Gerda’nın çizdiği güçlü kadın portresi ilginç...

Öte yandan film, cinsellik denen ummanın en gizemli yanlarına eğiliyor. Daha çocukken eşcinselliğini keşfedip kaçamak bir aşkı tatmış Einar, her şeye karşın her açıdan normal bir evlilik yapıp mutlu olmuştur. Ama ne zamana kadar? İçindeki dürtü, hele karısının muazzam hoşgörüsüyle uyanıp canlanınca…Nasıl, nereye dek dayanabilecek ve tarihin olasılıkla ilk tıbbi seks değişimi operasyonuna ne kadar direnebilecektir?

En çok King’s Speech- Zoraki Kral filmiyle hatırladığımız İngiliz yönetmeni Tom Hooper sağlam bir uslup tutturmuş. En çok da oyunculardan yararlanmış. Eddie Redmayne’in bir porselen vazo gibi kırılgan fiziği ve cam gibi saydam teni olmasa, bu rol ve bu film böylesine başarılı olabilir miydi?

Ya da Alicia Vikander olmasa, o canlandırması hiç de kolay olmayan Gerda kişiliği böylesine hayata geçebilir miydi? Üstelik bu açıkça bir baş rol: Gerda filmde ne süre, ne de oyunculuk açısından Einar’ın hiç gerisinde değil.

Bu, Akademi’nin bu yılki büyük yanlışları arasında: “Carol” ve “Danimarkalı Kız”ı film ve yönetmen dallarında aday yapmamakla birlikte… Bu açıdan umarım ki hatalarını hiç olmazsa yardımcı oyuncu ödülünü ona vererek biraz da olsa örtebilirler.

Yılın en iyilerinden bir film. Özellikle içerdiği temalara ilgi duyanlar için…

Aşk filmi denen türün en berbat örneklerinden:

AŞKIN SEÇİMİ    X 1/2

(The Choice)

Yönetmen: Ross Katz
Senaryo: Bryan Sipe
Görüntü: Alar Kivilo
Müzik: Marcelo Zarvos
Oyuncular:Benjamin Walker, Teresa Palmer, Maggie Grace, Alexandra Daddaria,  Tom Wilkinson, Tom Welling, Jesse C. Boyd
Fox filmi

 

Nicholas Sparks… 1965 doğumlu, Amerikalı ve son derece sükseli bir best-seller yazarı. Ve 1999’daki Message in A Bottle- Aşk Mektubu’ndan başlayarak, ondan uyarlanmış tam 11 aşk filmi… A Walk to Remember- Uzaktaki Anılar’dan The Notebook- Not Deffteri’ne, Last Song- Son Şarkı’dan Sevgili John’a…

Yani adam açıkça bir aşk fabrikatörü, bir duygusal sömürü ustası… Hepsi de su katılmamış aşk ve sevda öyküleri. ABD’nin en şık dekorlarında ve gözde çevrelerinde geçen, kahramanları genç ve güzel insanlar olan, hep raslantılarla örülü, içinde komedi kadar (ama elbette çok daha ağır dozda) dram, hatta oldukça sık ölüm de bulunan ağlak öyküler.

Kimileri biraz daha iyi olabilir: Not Defteri veya Sevgili John gibi... Ama artık bizim gibi kaşarlanmış ruhların dikkatli olması gerekiyor: nerede bir Sparks varsa, oradan kaçmalı!..

Bu son filmi bunun gereğini bir kez daha duyuruyor. Rüya gibi bir doğada, deniz kıyısına serpiştirilmiş lüks evlerinde yaşayan yakışıklı Travis ve güzel Gabby’nin karşılaşmaları, son derece abartılı bir öfke ve çatışma içinde başlıyor.

Ama sonrası… Daha zengin bir çevreden gelen ve ilerde ünlü bir doktor olmaya aday gözüken Gabby ile, ev hayvanlarını kutsayan tipik Amerikan çevrenin aranan veterineri Travis giderek yakınlaşıyorlar.

Gabby’nin çok ciddiye giden romantik ilişkisi olan yakışıklı doktor uzunca bir süre için uzağa gitmek gafletinde bulununca, kaderin çarkları dönmeye başlıyor. Ve iki genç beden ve ruh birleşiyor. Sanki gizlice çiftleşip ortaya üç sevimli yavru bırakan köpeklerinin izini sürerek…

Ama işte, ah kader. Ve onun meşum yanı. Ya da insanoğlunun hep varolan beceriksizliği… O fırtınalı gecede, aşk randevusuna işi nedeniyle geç kalacağını sevgilisine bildiremez miydi Travis? Bu cep telefonu çağında? Ama eğer o ‘meşum kaza’ olmasaydı, zaten ağır-aksak giden filmin uzun finali nasıl gelecek, neyle beslenecekti?

Neyse… Son günlerin onca berbat Türk usulü aşk filminden sonra, koskoca Hollywood’un da bu alanda nasıl tökezlediğini görmek bir milli teselli olabilir!..

Gökyüzünün altında, bu konuda her şey yapılmış, her söz söylenmiş gibi duruyor. Ve bizi hala şaşırtıp duygulandırmak için, sanki deha düzeyinde yeni ve yenileyici bir bakış gerekli. Onu da –hala görmediyseniz ya da yeniden görmek isterseniz-  belki Carol’da ya da bu haftanın Danimarkalı Kız’ında bulabilirsiniz.

Yarın: DEADPOOL ve YILDIZ TABLOSU

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Son günlerdeki siyaset ve ülke sorunları üzerine birkaç düşünce

Bir ortak vicdan yaratmaya bir küçük katkısı olabilir umuduyla...

Ringlerde görülegelmiş en zalim maçların öyküsü

Asıl soyadları Adkisson olan bu garip ailenin öyküsü usta biçimde anlatılmış. Oynak bir kamera, ABD'nin Texas'taki Spectatorium gibi gerçek büyük salonlarında çekilmiş sahneleri etkileyici biçimde verir

İmamoğlu gelirse…

Belki İstanbul'u da kurtarma şansı doğar...