04 Ekim 2015

Ahmet Hakan: Bir ‘üst akıl’ değil, bir ortak akıl

Bir Ahmet Hakan portresi denemesi...

Ahmet Hakan görece olarak kısa bir zamanda Türk basınının olasılıkla en çok okunan, en çok etkileyen kalemi olmayı başardı. 48 yaşındaki bir gazeteci için az başarı değil.

Onun hakkında kaç zamandır bir şeyler yazmak istiyordum. Son olaylar nedeniyle bu biraz daha uzun bir yazıya, bir ’portreye’ dönüştü.  Kaçınılmaz olarak onunla ilişkilerimi de söz konusu eden kişisel bir portre...   

Yozgat doğumlu Hakan, babasının memuriyeti nedeniyle Anadolu’yu hayli dolaşmıştı. İmam hatiplerde okudu, Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde eğitim aldı. Aile kesin olarak İstanbul’a yerleştiğindeyse, Hür Bakış adlı bir küçük gazetede çalışmaya başladı.

Hakan’ın eli genç yaşından itibaren kalem tuttu. Hikayeleri bir dönemde Yedi İklim dergisinde yayınlanmıştı. 90’larda bir süre TGRT’de bir haber programı kadrosunda yer aldı. Kanal 7’nin kuruluşundan başlayarak bu kanalda çalıştı. 1995’den itibaren bu kanalın haber müdürü, ana haber spikerliği görevlerini yüklendi. Sonra da İskele-Sancak adlı bir programda konuklarıyla söyleşi yapmaya başladı.

Benim Hakan’la yolum o sıralarda kesişti. O programa yanılmıyorsam birden çok konuk oldum. Karşımda kibar, belli ölçüde çekingen, ama genel kültürü apaçık gelişmiş bir genç adam buldum. Sanıyorum söyleşilerimiz özellikle sinema ve onun İslami kanadı olan Beyaz Sinema üzerine yoğunlaştı. Benim rahmetli Yücel Çakmaklı’yla dostane ilişkilerim ve o sinemayı da belli ölçüde desteklemem, o çevrenin ilgisini çekmiş ve  benim konukluğumun çıkış noktası olmuştu.

 

Medyadaki serüveni

 

Hakan 2003’de Kanal 7’den ayrıldı. Önce Yeni Şafak’ta yazmaya başladı. Sonra Sabah’tan teklif aldı ve oraya geçti. Böylece yıllar sonra onunla aynı gazetede yazmaya başladık. O dönemde elbette Sabah “havuz medyası” içinde değildi, o medya zaten hiç yoktu. Ancak Sabah olaylara son derece doğru bir teşhis koymuş, AKP’nin ilk kez tek başına iktidara tırmanan temelde İslamcı bir parti olarak ülkede yaratabileceği değişimi ve bunun önemini sezmişti. Erdoğan’la aynı eğitimden gelen, yani İmam-Hatip çıkışlı bir yazarın kadroda olmasının  önemini kavramıştı.  Ben kendi adıma hem bunu çok doğru bulduğumu, hem de onun yazılarını ilgiyle izlediğimi hatırlıyorum.

Ama Ahmet Hakan’ın Sabah macerası çok sürmedi. En çok gazetenin kimi ünlü yazarlarının ona karşı aldığı tavır nedeniyle... Bunların başını Hıncal Uluç çekiyordu. O bilinen taviz vermez Atatürkçü ve laik yanıyla, bambaşka bir geçmişten ve dindar bir camiadan gelen bu yazarla ayni gazetede olmaya tahammülü yoktu. Bu olayın içerdiği sentezin giderek artacak önemi, hatta yaşamsallığı onu aşan bir olguydu.

Ben kendi adıma bunu çok ilginç buluyordum. Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte oluşan, Müslüman bir toplumda Batı ölçüleriyle bir demokrasi inşa etme macerasının önemine gönülden inanıyordum. İşte o dönemden küçük bir yazım:

 

Ahmet Hakan’la Tayyip Erdoğan’ın buluştuğu yer

 

“Ahmet Hakan’ın yazısının başlığı şöyleydi: ‘Bergman Seyreden Müslüman Hikayesi’. Doğrudan doğruya büyük İsveç yönetmeni üzerine bir yazı değildi bu. Daha çok, Bergman’ın ölümü üzerine bir yazı yazmış olan Yeni Şafak yazarı Rasim Özdenören’i tahlil eden, ama bu vesileyle Ahmet Hakan’ın kendi kişisel evrimine de ışık tutan bir yazıydı.

Özdenören’i tanımam, yazısını da okumadım. Ama onun inanmış bir Müslüman yazar-düşünür olarak Dostoyevski’ye de, Bergman’a da ilgi duymasını çok doğal buldum. Çünkü, inanan kişiler olmasalar bile (ki tam olarak bilmiyoruz), her iki sanatçı da bireyin inançla, bir diğer deyimle Tanrı ile olan ilişkisini sorgular, onun da ötesinde yaşamın en önemli sorunsallarından biri olarak alırlar.

Asıl değinmek istediğim, Ahmet Hakan’ın bu vesileyle kendisi üzerine yazdıkları. Gerçi yeni bir şey değil: Hakan uzun süredir, hatta köşe yazarlığının başlangıcından beri, bize kendi evrimini, kendi büyük değişimini anlatıyor, ‘ak sakallı hacı amcalar’ın etkisinden, “kaba softa/ham yobaz” baskısından kurtulup çağdaş bir aydına dönüşme çabalarını hikaye ediyor.

Ve bu konumuyla, benim bu sütunlarda naçizane değindiğim bir şeyi örnekliyor: Bireyin değişme, dönüşme hakkı ve başkalarının bu değişime saygı duyma zorunluluğu. Kendi adıma, son zamanlarda Ahmet Hakan’la Tayyip Erdoğan’ı özdeşleştiriyorum, ayni çerçevenin içinde görüyorum.

Aman, yanlış anlaşılmasın, başbakanımızın da Ahmet Hakan’la tıpatıp aynı dönüşümü yaşadığını, birinin öbürünü medyada yansıtan bir ayna olduğunu filan düşünmüyorum. Ama, eski deyimiyle gayri ihtiyari olarak ikisini benzetiyorum. 

Ve Ahmet Hakan’a tanınan, hatta ilgiyle okunmasının temel nedeni olan değişme hakkını ve de değişme olasılığını, kimileri niçin Tayyip Erdoğan’a tanımıyor, merak ediyorum”.

 

Ahmet Hakan ve sınıf atlama durumu

 

Sonraları Hakan üzerine yine yazdım, zaman zaman... Türk filmlerine yaklaşımı, ‘komedi sevmemesi’ (bu bence onda gelişmiş bir mizah duygusunun eksikliğindendi!), benim sevdiğim bir Mahzun Kırmızıgül filmine (Güneşi Gördüm) olumsuz yaklaşımı ve benim bunu eleştirmem. Geçmişte kalmış tartışmalar, polemikler...Ama sanırım ve umarım hep belli bir düzeyi koruyan...

Ama bugün itibarıyla artık karşımızda bambaşka bir Ahmet Hakan var. Onun bugün medyadaki yerini sağlayan tüm ögeler yine dimdik ayakta. Ancak yaşadığımız şu kargaşa döneminde (eski dille ‘fetret devri’ mi desek acaba, belki daha iyi anlarlar!) onun üstlendiği misyon da giderek büyüdü. En son o meşum saldırının onu özellikle basına  ve medyaya uygulanan baskı, şiddet  ve kaba güçle sindirme girişimlerinde, Can Dündar, Hasan Cemal  gibi adların hemen yanı başında bir simge-gazeteci haline getirdi. Ben şimdi naçizane bugünkü Hakan’a bakmayı deneyeceğim.

Öncelikle onu popüler kılan ögelere bakalım. Bunlardan biri elbette içinden geldiği çevre. Kendisine İslami kesim veya dindar çevre diyen/denen, din ağırlıklı bir eğitim almış ve Müslüman kimliğini öne çıkarmış bir çevre bu. Ve ülke çapında hayli geniş, büyük, önemli ve saygın bir çevre.

Hakan böyle bir çevreden gelmenin kimi olası handikaplarını aşmış, daha ötesi bu kökeni bir büyük avantaj haline getirmiş bulunuyor. Öncelikle bu, bir sınıf atlama olayı. Fatih, Karagümrük, Sultanbeyli veya Esenler’den ya da ‘derin Anadolu’dan gelen ve ömrünü oralarda geçirmesi beklenen biri, ayrıca da bir gazeteci, artık Nişantaşı denen ve geç Osmanlı’dan beri büyük kentin en gözde birkaç semtinden biri sayılan bir yörenin en şık sokaklarından birinde oturuyor.

Gözde mekanlara, moda kulüplere gidiyor, hayli ‘monden’ bir hayat sürüyor. Şaşılabilir, imrenilebilir, kıskanılabilir. Veya çok tutucular, bunu bir tür kökenlerine ihanet, aslını inkar diye de  yorumlayabilir.

Ama bu değişim, Hakan’ın temel ve öz niteliklerini etkilemişe  benzemiyor.  Nihayetinde olsa olsa küçük burjuvalaştı, has bir kapitalist filan olmadı, parayla-pulla ilişki kurmadı. Üstelik o yeni çevresine de kimi zaman belli bir alayla, gizli bir ironiyle yaklaşıyor. Hatta kendisiyle bile dalga geçebiliyor!...

 

Hakan’ın dinsel jargonu ve yazı tekniği

 

Yine dini bütün bir  Müslüman, dinsel değerleri ve ritüelleri hayatından çıkarmamış bir çağdaş aydın. Dinsel kavramları, o kendine özgü jargonu gerektiğinde gayet iyi kullanıyor. Örneğin başta Tayyip Erdoğan birçok AKP’li siyasetçinin sık sık başvurup kullandıkları, bizler için bilinmez, hatta kulaklarımız için irkiltici gözüken sözcük ve kavramlardan çok, halkın bildiği, ortalama Müslümanların hemen kavrayacağı sözcükler ve deyimler kullanıyor. Eğitimi gereği dini ve esaslarını iyi biliyor, ama bunu kimsenin kafasına kakmıyor. Kimilerinin çok sevip yaptıklarının tersine....

Ve böylece onun güncel olaylara yaklaşımı,  diyelim ki o gün Türkiye’nin bilumum kahvelerinde konuşulanlardan çok farklı değil. Hani ‘Bu kahve konuşması’ diye bir tabir vardır ve olumsuz anlamda kullanılır. Hakan bu deyimi ve bu bakışı olumluya dönüştüren kişidir. Ve halkın en geniş kesimiyle düşünüp söylediği ve konuştuğu, onun sütunlarına yansır. Biraz daha sofistike, daha ‘incelmiş’ biçimiyle de olsa...

Hakan’ın en önemli yanlarından biri de yazı ve yazma tekniği. Basında çok az olan o tam sayfaya yakın geniş ve gündelik yazma imkanına ilk günden itibaren değilse de zamanla kavuştu.  Vaktiyle sadece Hıncal Uluç’un tekelinde olan bu durum, aslında onun birden çok kez eleştirdiği bir şey olmuştu. Ama sonra kendi başına geldi...

 

‘Maddeli ’ ve rakkamlı yazılar

 

Ancak bu imkanı oldukça iyi kullanıyor. Öncelikle sayfayı çok sayıda bölüme ayırıyor. Ve bu genelde akıllı bir bölünme. Hınzır başlıklar, bol espriler, okuru çeken bir güncellik... Bunlar yazıları geniş bir kesime okutuyor. Bir tür tiryakilik yaratarak...

Onun üslubunda beni iten şeyler yok değildi. Özellikle başlarda.... Benim gibi Türkçe aşıkları ve dil düşkünleri, kimi açılardan tutucudur. Örneğin biz uzunca paragrafları severiz. Bir fikrin bir paragraf içinde olabildiğince tümüyle ele alınıp işlenmesini isteriz, habire satır başı yapan, kısacık cümleler kuran, hatta o cümleleri bile birkaç kez bölenleri sevmeyiz. (Hele onları hiç sevmeyiz. Allah’tan Hakan bunu pek yapmıyor).

Ayrıca da bir olayı, bir yaklaşımı, bir fikri doğru-dürüst anlatmak yerine maddelere bölmek, sayılara dökmek...Yakın zamandan örnek vermek gerekirse, Ahalinin Kafasındaki Yedi  Soru, Tuğrul Türkeş Olayına Dair 10 Şey, Rakamlardan Çıkan Beş Sonuç, Kürt Siyasi Hareketinin Üç Seçeneği gibi Ahmet Hakan yazılarına, ben aslında kızardım. Benim ‘maddeli yazı’ tabir ettiğim yazılardı bunlar...Derdini bir bütünden çok madde madde anlatmaya meyilli....

Ama sonunda fark ve kabul ettim ki, bu günümüzde kitleye ulaşmak için iyi bir yol. Yazar  böylece ele aldığı olayın esiri olmuyor. O olay karşısında, onun yapısını sadelikle sunuyor, çareleri, seçimleri, sonuçları net biçimde sergiliyor. Ve böylece o yazıları kolayca tüketen geniş bir okur kitlesi ediniyor.

 

Bir ortak dil yakalamak

 

İkincisi onun bakış açısı. Bu bakış bir anlamda ‘sokaktaki adam’ın bakışı sanki...Hakan güncelliği yakından izliyor, belli kültür birikiminin ve hayat görüşünün süzgecinden geçiriyor. Ve en sade, anlaşılır ve dolaysız bir üslupla yorumluyor. Yazılarında egemen olan öncelikle sağduyu. İdeolojik sivrilikleri törpülenmiş, genel-geçer bir akıl ve mantık yürütme biçimi sağlanmış.

Yaşadığımız şu günlerin  somut gerçekleriyle barışık olurken, onun geçmişinden gelen, inançla ve de Müslüman olmanın genel ahlakıyla da çelişmeyen bir tarz, bir tür günümüze uyarlanmış Müslümanlık. Yazdıkları ne Atatürkçülere ve laiklere batıyor. Ne de sanıyorum gerçek Müslümanlara... O sanki kitlenin ortak dilini yakalıyor. Ve Türkiye’yi ve dünyayı bize bu dille anlatıyor.

Böylece o yazıları ve de TV programıyla Türkiye’ye yön verenlerden  biridir. Ve kimi yazıları o konuda en son varılan noktayı halk nezdinde özetler gibidir.  Örneğin yalnız son aylarda yüzlerce (kimi iddialara göre binlerce) kişinin öldüğü Kabe olaylarını, ölenler arasında kendi vatandaşları olduğu halde kınamaya yanaşmayan devletin en zirvesindekilere karşın, o şöyle yazar: “Eğer Halife Ömer o koca vinçlerin denge mekanizmalarını kurmayıp onca kişinin ölümüne sebep olduktan sonra büyük bir pişkinlik içinde “Allah’ın takdiri” diyenleri görseydi...Meşhur gazabını harekete geçirir ve bunları sopayla kovalardı alimallah!”.

 

Kolay unutulmayacak yazılar

 

Bir inanç insanı olduğu halde, “Türkiye dindarlaşmıyor, tam tersine hızla sekülerleşiyor” diyen bir akademisyeni köşesinde konu eder, üstelik onunla bir söyleşi yapar... PKK her yere mayın döşeyip onca şehide yol açarken, o şöyle yazar: “Mayın döşenirken görmezden gelen adamlara, bırakın devleti, leblebici dükkanı bile emanet edilemez!”.

“Teröre Karşı Tek Ses mitingi” yapanlar için şöyle der: “Mitingin baş katılımcıları: Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan...Kısacası terörü bitirmesi gereken, ona çare bulması, nedenlerini ortadan kaldırması gereken devlet büyükleri, teröre karşı nutuk atıp slogan bağırtacaklar...Sahi, neydi o slogan? ‘Onlar konuşur, Ak Parti yapar’ mıydı?”.

Ya da her şeyi getirip Kürt düşmanlığına bağlayanları şöyle uyarır: “Kürt düşmanlığı yapanlar/ Kürt ile teröristi ayırt etmeyenler/  Vurulsun, taransın, kırılsın, yok edilsin diye nara atanlar/ ‘Atatürk olsa haritadan silerdi’ diyenler/ Galeyana gelip en pespayesinden ırkçılık yapanlar/ PKK’dan daha tehlikelidir”.

 

İnsanın hakkını vermek

 

İnsanın arkasından hakkını vermesini de bilir. Örneğin bir yandan “İnsan tabii ki değişir. Fikri tekamül, düşünsel değişim herkese anasının ak sütü kadar helaldir. Fakat rica ederim. İhsan Özkes ya da Tuğrul Türkeş’in sırf siyasal çıkar uğruna dün “a” dediğine bugün “b” demesinin bununla ne alakası var?” derken, öte yandan Bülent Arınç için şunu yazar: “Dikkatimin merkeziydin, günlük gündemimdin, köşemdeki konumdun, ekmeğimin parçasıydın. Seni özleyeceğim, Bülent Bey”.

Ya da birikmiş öfkesini en dobra biçimde kusar: “Ahan da buradan bir kez daha söylüyorum: Reza bir sahtekardır. Mahkemede söyleyeceğim ilk söz de şu olacak: ‘Bizim memlekette sahkekara sahtekar denir, hakim bey”. 

Ya da kendisine “İstesek seni sinek gibi ezeriz” diyen sözüm meclisten dışarı köşe yazarını şöyle azarlar: “Ey köşe eşkiyası...Madem dünya basın tarihine ‘köşesinden ölümle tehdit eden köşe yazarı’ olarak geçecek denli gözünü kararttın...Biraz daha karart. Ve göster bize, kimlerin tosunusun, bilelim”. 

 

Bir ‘üst akıl’ değil, bir ortak akıl

 

Böylece Ahmet Hakan’ın özgünlüğünü ve popülerliğini anlamak kolaylaşır. O bir ‘üst akıl’ değil, paylaşılan bir sağduyu, bir ortak akıldır. En zor durumlarda okunan, dinlenen, başvurulan...Hep bir üst akıl olmaya sıvanan ve umutsuzca bunun mücadelesini veren muktedirlere karşı bu açıdan sağladığı üstünlük, elbette kimi tepkilere de yol açacaktır.

Hele, ilk başlarda İslamcı bir liderin  ülke ve dünya tarihinde gerçekleştireceği umulan ‘İslam ve demokrasinin bağdaştırılması’ projesi artık tümüyle iflas ettiğinden beri, o projeyi yüklendiği vehmedilen kişinin ve yakın çevresinin Hakan’a karşı kıskançlığı ve nefreti de anlaşılır hale gelir.    

Çünkü Hakan o projeyi kendi kişiliğinde, kendi kariyerinde, kendi şahsında gayet iyi gerçekleştirebilmiştir. Ve bu durum, ‘öteki’nin kolay kolay hazmedeceği bir şey değildir.

Son söz olarak Ahmet Hakan’a ve saldırıların hedefi haline gelen Hürriyet gazetesine içtenlikle geçmiş olsun diyor, her aydın gibi baskıya, kaba güce, kin ve nefrete karşı yürekli savaşımlarında yanı başlarında olduğumuzu belirtiyorum. 

Not: Bu yazı önümüzdeki dönem için tasarladığım bir tür “Türkiye’den Portreler” kitabı için yazılmış yazıdan kısaltılmıştır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir korku klasiğinin ilk günlerine dönüş

Bu türü sevenler ve özlemiş olanlar için iyi bir seyirlik sayılabilir

Hindu kültüründen gelen kendine özgü bir kitle filmi

Karşımızda gerçekten hayli değişik bir film var. Hem anlattıkları; hem anlatma biçimleriyle...

Aziz Nesin'i sinemaya aktarmanın belki en usta işi örneği

Hikâyelerin tümü usta biçimde yoğrulmuş; alabildiğine serbestçe, özgür ve özgün biçimde perdedeki yerini almış: Nesin'e çok yakışan bir mizahın yer yer absürt biçime dönüşmesiyle...