19 Kasım 2018

İşletme kapitalizmi ve popülizm

"Dünyada popülist otoriter liberalizmin kapitalizm ile ilişkisi bu bakımdan şöyle düşünülebilir: Dünya çapında işlememeye başlayan eski bir kapitalizmi tekrar rayına oturtmak"

Neo-liberalizm ve popülizm arasındaki ilişki üzerine başladığım konuya devam ediyorum. Bu ikisi arasındaki geçişlilik ile ilgili olarak popülizmin, sadece halk üzerine kurulu olan bir siyasi rejim olmaktan uzak olduğunun,  ve  daha çok şirketlerin yönetim biçimlerine benzer bir işletme modeline yaklaştığının üzerinde durmak istiyorum. Bugün birçok ülkede, modern dönem ait olarak kurulmuş ve elde edilmiş haklara karşı (Lock, A.Smith, Rousseau, Montesquieu), demokrasi,  kuvvetler ayrımı talepleri içindeki ahlaki duruma uymayan söylemleriyle popülist siyasi partilerin ve liderlerinin yönetim biçimlerini izlemekteyiz. Bu tip  söylemlerin ve yönetim modellerinin şirketlerin işletme modellerine yaslandığını ileri sürebiliriz. Yeni popülist iktidar modellerinin, 1950’li ve 1960’lı yıllarda demokrasinin ve Refah toplumunun  bilhassa Batılı toplumlarda edindiği avantajlara karşı odaklanmakta olduğunu gözlemleyebiliriz.

Özellikle 1950’li yılların işletme kapitalizmine baktığımızda, özel mülkiyet ve tasarruf  ile kontrol arasındaki ayrım ortaya çıkmaktadır. Burada özellikle işletmecilerin idaresinin (management)  patronun veya işçilerin idaresinin önüne  çıkmaktığının altını çizmek gerekecek. Geleneksel ve bildiğimiz 19.yüzyıl kapitalizminde, üretim araçlarının sahibi ve emek gücü arasında kurulu olan sistemde, idare üretim araçlarının sahibi olan, yani özel mülkiyeti olan patrona aitti.  Bir bakıma “mülkiyetimdeki kararları ben veririm” mantığıyla işleyen kapitalist üretim biçiminde çalışanlar üzerinden bir artı-değer yaratılmaktaydı. Marx’ın analizi, özetle, üretim güçleri ile üretim ilişkilerindeki çelişki (değişim) üzerine kuruluydu. Üretim ilişkileri değiştikçe üretim biçimi değişikliğe uğramaktaydı. Bu modele göre, özel mülkiyet sahibinin yönetiminde işçilerle (emek gücü) üretim yapılmaktaydı. Özel mülkiyet ve idare aynı eldeydi. 1950’lerde ise, Batı ülkelerinde kapitalizm kendi içinde bir evrime girmişti. Bu evrime göre yeni bir idareci grup ortaya çıkmaya başladı: İşletmeciler.

İşletme kapitalizmi olarak adlandırabileceğimiz bu yeni sistem, aslında Marx’ın analiz etmiş olduğu özel mülkiyet üzerine kurulu bir idare biçiminden, yani, özel mülkiyete bağlı bir modelden  tasarruf hakkına sahip olup da idareyi kontrol edenlerin yönetimine doğru evirilen bir modele yaslanmaya başladı. Özel mülkiyete sahip olmayan işletmeci grubu, patronların ve işçilerin dışında, şirketin yeni ekonomik kararları hakkında söz  hakkına sahip olmaya başladı. Kararlar özel mülkiyet sahibinin kararları olmaktan çıktığında ne işçiler  ne de patronlar bu durumu yönetebilecek bir konuma gelmekteydiler. Bu yeni işletme stratejisi işçi sınıfının yükselmekte olan çıkarlarının karşısında acze düşmekte olan patronlara bir rahatlama getirmek üzere kurulmasına rağmen, kendi bağımsızlıklarını elde etmeye başlayan aracı olarak işletmeciler, iki ayrı grubun üzerinden kendi çıkarlarını şirket çıkarlarıyla birleştirmeye  başladılar.

Eski modelde özel mülkiyet, sorumluluk ve işin özü mülkiyet sahiplerinin kararına bağlı olarak işlemekteyken, yeni modelde işletmeciler gitgide özerkleşmeye başlayan ve hissedarlarla büyüyen bir sisteme geçtiğinde, hissedarlar ve patronlar kendilerine ait ekonomik çıkarlarını, karar veren işletmecilerin becerisine bırakmaya başladılar. Hem patronun, hem hisse sahiplerinin hem de çalışanların karar verme mekanizmasından uzaklaştırılması anlamına gelen bu model, hissedarların da, patronların da, çalışanların da pasif olduğu bir modelde işlerlik kazandı. Bu yeni durumda şirketin aktif idaresi ve kontrolü mülk sahibi olmayanların eline geçti.  Kontrolü olmayan mülk sahipleri ve  kontrolü elinde bulunduran tasarruf sahipleri arasındaki değiş tokuş zamanı kapitalizmin başka türlü işlemeye başladığının habercisi olarak gözükmekteydi. Yatırımcıların kolektif  hisselerinden oluşan  şirketler bir bakıma “devletler” gibi yönetilmeye başladılar: “Özel mülkiyet bireylerin dışına taşındı, şirket nesnelleştirildi, özel mülkiyet sahiplerinin elinden başkalarına doğru yol aldı”.

1970’lere gelindiğinde en çok işletme fakültelerine ve bölümlerine rağbet edildiğini hatırlayacaksınızdır veya okumuşsunuzdur. Yeni bir iş kolu olarak işletme, şirketlerde çalışarak karar verme mekanizmalarına oturanların idaresi içinde gelişti. Böylece, yeni bir elit grubu ortaya çıkmaya başladı. Yönetici olarak adlandırılabilecek bu yeni hakim grup, kararları vermek üzere şirketlerin idaresini ele aldılar. Sermayenin hakimiyetinden çıkan bu sistem içinde organize edenlerin hakimiyeti ön planda yer almaya başladı. Organizatörlerin hakimiyeti, bir bakıma, sermayenin egemenliğine son vermekteydi. Bu,  kapitalizm için yeni bir durum olarak ortaya çıkmakta olduğundan dolayı, işçi sınıfının üzerine kontroller de aynı doğrultuda gelişti. Patronların masaya oturduğu sendika liderleriyle yapılmakta olan müzakerelerden uzaklaşılmaya başlandı. Bu dönemde ”sendikaların krizi” ve hatta “Markizimin krizi” gündeme gelmeye başlamıştı.

1980’li yıllara geldiğimizde, teknokratların yönetimi, aslında, şirket modelinin siyasi alandaki takibiyle oluşmaya başladı. Avrupa Birliği sürecinde teknokratların hakimiyeti ve kararları doğrultusunda uzmanların egemenliği bir anlamda bugünkü “elitler” diye adlandırılan grubu hazırladı. Bu durum şirketler içinde hakim olmaya başladığı sırada ikinci bir işletmeciler grubu ortaya çıkmaya başladı ve Borsa üzerinden sağlanan kazançlarla Golden Boys’lar 1980’li yılların ekonomisinde yer edinip, kendilerinden bahsettirir oldular.

Borsa zenginleri ve şirket yöneticileri sanayii-sonrası kapitalizmin çıkar grupları olarak rekabete girmekteydi. Şirketler ile para/finans sektörü arasındaki ittifak ve çekişme neo-liberalizmin sosyolojik durumuna ışık tutmaya başladı. Özel sektörde çalışanların  işletmeciler tarafından yönetilmesi gibi, “devlet halkı nasıl yönetilebilir ?” sorusu ile yeni bir döneme girilmeye başlandı. Kapitalizmin krizi beraberinde yeni bir modele gebeydi.

            İşletmecilik bir yönetimsellik olarak ön plana çıkmaya başladı. Başında  soru “nasıl ekonominin içine devlet işletme modelini sokup kullanabiliriz” iken sonra soru tersine çevrildi. “Ekonominin içine siyaseti nasıl sokarız?” sorusunun politik stratejileri gündeme gelmeye başladı. Soru şu şekilde değişti: “Ekonomiyi işetir gibi devleti işletmek nasıl mümkün olacaktır ?”.  Ekonomide olduğu gibi, “devlet iktidarını işletme yöntemine nasıl sokabiliriz?” sorusu 1990 ve 2000’li yılların içinde örneklerini bulmaya başladı. Popülizm örneklerinin bu sorular çizgisi içinden geçtiğini ileri sürmek ilginçtir. “Devlet işletme modelinde ekonomik bir anlaşılırlık içinde nasıl ilerleyebiliriz ?”. Soru gittikçe bu yöne doğru çevrilmeye başlandı: “Bir lider, bir toplumu ve devleti nasıl ekonomik bir işletme modeline göre yönetebilecektir ?”.

O zaman, git gide devletin yönetim modeli işletmecilerin modeline dönüşmeye başladığı zaman, popülizm yeni bir parametreyi yeniden gündeme getirmeye başladı. İşletmecilerin çokluğundan liderlerin tek imgelerine doğru giden, ama bir yandan da işletme modelini tek liderle devam etmeye çalışırken, aynı anda ekonomik olarak neo-liberal modeli sürdüren bir sistem kurulmaya başlandı. Bu yeni sitem şirketlerdeki işletmecilerin sendikacıları ve işçi sınıfını zayıflatarak şirketin karlarıyla kazançları yükseltmesini bildiği gibi, bu sefer popülist liderler de toplumu kontrol etmek için bazı hukuki hakları zayıflatmaya başladılar.

Bir bakıma, yeni otoriter liberalizm modelinde; “insan hakları”, demokrasi” “azınlık hakları” veya “feminizme ve LGBT’ye karşı oluşan söylemler devletin işletme modelinin içinde yer bulmuş olan ve devletin muhafazakar siyasetine (aile, vatan ve çalışma) karşı çıkma potansiyeli taşıyan hareketleri (tabii buna siyasi partiler ve basın da dahil olmaktadırlar) sindirmekle işe başlayacağının sinyallerini vermeye başladı, birçok ülkede.  Model değişikliği sırasında  üzerine yaslanılan sınıflar gittikçe  orta sınıflar olmaya başladı; çünkü işletme modelinden faydalanamayan sınıflar bunlardı. Bu sınıfların muhafazakar ahlaki görüşleri ve yaşam biçimleri, bu şekilde, öne sürüldü.

İşletme modelinde öne çıkan ekonomik alandaki işletimciler gibi, siyasi alanda elit olarak adlandırılanların benzerleri yanlarında bu gidişattan memnun olmayan sosyal grupları bulmaya başladı.  İşletme kapitalizminin arkasından gelmekte olan yeni  kapitalizmin “otoriter liberalizm” olarak işlemekte olduğunu düşünebiliriz. Ve bu yeni sistem orta sınıfların ahlakına ve çıkarlarına dayanmaktadır. Bu yeni durumda soru, “şirket modelini devlette uygulamak nasıl mümkündür ?” sorusu olacaktır. Popülizm, bir anlamda belki de, bu modelin uygulama alanı olarak durmakta ve elit gruplara veya işletmecilere karşı çıkmaya başlayan popüler hoşnutsuzluğu kullanarak, yeni kapitalist modeli kurmaya başlamaktadır.  Ve sonrasında, yeni popülist modelin içine eklenen eski “sömürgeci pederşahi” model ilave edilir. Dünyada popülist otoriter liberalizmin kapitalizm ile ilişkisi bu bakımdan şöyle düşünülebilir: Dünya çapında işlememeye başlayan  eski bir kapitalizmi tekrar rayına oturtmak.

Yazarın Diğer Yazıları

Bir saha araştırması nedir?

Anket yapan sosyologların çok iyi bildikleri bir şey vardır. O da gazetecilerin bugün sıklıkla yaptıkları gibi gerçek veya kurgusal kişilikler üzerinden, vakalardan yola çıkarak haberi ifade etmelerinin sosyoloji olmadığıdır

Özgürlükten kulluğa

Antropolog Pierre Clastres, inanılmaz bir şekilde La Boetie’den yola çıkarak özgür toplumlardan boyun eğmeyi tercih eden kulluk toplumlarından söz etmekteydi: Bu ayrım sonunda devlet mekanizmasının oluşturulması ve devlet mekanizmasının oluşmasına karşı çıkan ve tarihsiz olarak adlandırılan toplumlar arasındaki fark ortaya çıkartılmaktaydı

Kim ne sanıyor?

Küreselleşmekten uzaklaşmaya başlayan dünyamızda artık homojen olmayan farklılıklarla yaşamayı öğrenmek zorundayız. Göç-sonrası toplumsal vaziyet bunu öngörmekte ve fiili olarak yaşatmakta