22 Ocak 2018

Zamanın eli değiyor ama, biz…

Bireyselliğin arttığı buna karşın sevgisizliğin ve kimsesizliğin tavan yaptığı bir süreçten geçiyoruz

Hayatın hızlanmasından ve beraberinde yaşadıklarımıza yetişmemekten neredeyse hepimiz şikayetçiyiz. Her şey çok hızla değişiyor buna karşın bu değişim ve dönüşüm sürecine adapte olmaya yetişemiyoruz. İster gündelik hayatımızın içerisinde ister aile ilişkilerimizde isterse kamusal alanda olsun fark etmiyor bu durum. Her geçen yıl biraz daha fazla hem yaşadığımız ortama hem de yaşadığımız dünyaya olan yabancılaşmamız artıyor.

Öylesine hızla tüketiyoruz ki her şeyi, bu durumdan ilişkilerimiz de, çalışma ortamlarımız da, hatta beslediğimiz hayvanlar bile payına düşeni alıyor. Hatta gönül ilişkilerimiz ve arkadaşlıklarımız da bu durumdan uzakta duramıyor. Onlar açısından durum çok daha yıpratıcı bir biçimde işlemeye başladı bile! İçinde bulunduğumuz dönem sıkıntıyı bir türlü üzerimizden atamadığımız ve iç sıkıntısından bunalmış bir vaziyette, ne yapacağımızı şaşırdığımız şeklinde de tanımlanabilir.

Bu ruh hali hepimizi o kadar çabuk içine çekiverdi ki, bir zamanlar bize yol gösterdiğini düşündüğümüz büyüklerimizin sözlerinden tutun, önümüze konulan geçmişin değer yargılarına kadar ne varsa artık bize yetmiyor! İçinde yaşadığımız anların sonucunda ortaya çıkmakta olanlara karşı, bize yol gösteremiyorlar. Yönsüz ve kılavuzsuz kaldık, buna karşın sürekli olarak tüketmeye ve tükettikçe var olabileceğimiz sanısına kendimizi kaptırdık. Artık durabilmemiz, yavaşlayabilmemiz de pek o kadar kolay değil.

Yol alabilmek için adına uzmanlar denilen yeni dönemin yaratmış olduğu kişilere başvuruyor, onların söyledikleri ile yediğimiz yemekleri, gideceğimiz yerleri, yapacağımız işleri, vereceğimiz kiloları planlayarak zamanın hızına yetişmeye çalışıyoruz. Oysa ne kadar çaba harcarsak harcayalım, kendimizi ve dolayısıyla hayatı ıskaladığımız sürece ne yaparsak yapalım zamana yetişemeyeceğimizi anlayamıyoruz.

Basit olan hayatı karmaşık hale getirdikçe ve oradan ilerleyerek devasa ulaşılmaz duvarlar ördükçe, zamanın eli bize değse bile biz, onu hissedebilecek bir halde değiliz. Böyle olunca da hiç bitmeyen bir arayış içerisinde sürekli olarak yemek yeme ihtiyacı içerisinde bulunan canlılar gibi, açlığımızı doyurmaya çalışıyoruz. İhtiyacımız olmadığı kadar yemek yiyor, belki hiç giymeyeceğimiz kıyafetleri, çantaları sadece ‘benim olmalı’ diyerek satın alma yoluna gidiyor ve her gün biraz daha fazla yoksunluğumuzu büyütüyoruz.

Bu öylesine büyük bir açlık ki, ne yerseniz yiyin, ne giyerseniz giyin, ne kadar lüks evlerde oturursanız oturun ortadan kalkmayacak! Sürekli olarak yenilenme halinin yaratmış olduğu basıncın altında ezilmemek adına, yeniden ve yeniden tüketmek durumunda kalıyoruz. Öylesine büyük bir kısırdöngünün içerisinde kendimizi kaybetmiş bir durumdayız ki, hem durumumuzdan şikayet etmekten geri kalmıyoruz hem de bunu ortadan kaldırabilmek için çaba da göstermiyoruz.

Yaptığımız her şey bizi biraz daha fazla sona yaklaştırırken, dünya nimetlerinden biraz daha pay alabilmek için birbirimizi ezmeyi sürdürüyoruz. Hiçbir şeyden tatmin olmuyor ve hiçbir şekilde mutluluk dolu olabilme halini uzun bir süre yaşayamıyoruz. Tatminsizliğin doruklarında yüzerken bile mutluymuş gibi yapmak zorunda olduğumuzu biliyor ve buna göre yalanlar söylemeyi de normal bulabiliyoruz.

İşte bunun için durmadan kendimizi yeniliyoruz; ev değiştiriyor, eşya değiştiriyor, araba değiştiriyor veya bir dizi operasyon geçirerek görünüşümüzü değiştiriyoruz. Saç rengimiz, sakalımız, kıyafetlerimiz, çantalarımız, sosyal çevremiz ve daha onlarcası bu değişimden nasibini alıyor. Ama bütün bu değişimlere karşın zamanla olan ilişkimizdeki huzursuzluk nedeniyle bir türlü rahata eremiyoruz!

Teknolojinin yarattığı nimetler sonrasında hayatlarımızın kolaylaşması ve buradan daha çok boş zamanımız olacağı düşüncesi, teknik anlamda baktığımızda doğrulandı. Buna karşın teknolojinin hayatın içerisinde bireylerin algıları üzerindeki etkileri açısından baktığımızda ve yarattıkları üzerinden olan bitene yaklaştığımız anda ise işler değişiyor. Bizim belirleyemediğimiz boş zamanlarımızda nasıl davranacağımız konusu bile adeta bizlere telkin edilmeye başlandı. Hafta sonları hınca hınç dolan alışveriş merkezleri, bir örnek geçirilen tatil beldeleri bu durumu fazlasıyla gözümüze sokmaya yeter de artar bile.

Yaşadıklarımız karşısında savunmasız kaldığımızı gördükçe daha fazla geçmişe özlem duymaya ve orada mutlu olduğumuz duygusunu hatırlamaya başlıyoruz. Bir zamanlar sürekli olarak gelecek üzerinde vurgu yapan insanoğlu, içinde bulunduğumuz dönemde bu kez geçmişe vurgu yapar hale geldi. Geleceğin getirebilecekleri konusundaki karamsarlığımız artıyor ve bugün içinden geçtiğimiz olumsuzluklar karşısındaki güçsüzlüğümüzü de buraya eklediğimiz anda elimizde sadece geçmiş kalıyor.

Sorunların ve risklerin arttığı bir dünyada, insanları güvenli bir geleceğe inandırmaktan ziyade içinden geçilen dönemin koşullarına uygun bir güvenlik tertibatı almaya ikna etmek çok daha kolay hale dönüşüyor. Yabancıların, mültecilerin, sığınmacıların tehdit olarak gösterildiği ve buradan oy devşirildiği bir dönemden geçiyoruz. Tüm dünyada özgürlük talepleriyle birlikte yaşanan sorunlar karşısındaki çözüm olarak önümüze konulan dışlanma mevzu daha da yakıcı hale geliyor.

Bir zamanlar insanları bir araya getiren büyük ideallerin yerini çok daha basit buna karşın çok daha sınırlayıcı olan yaklaşımlara bırakmasının arkasında sadece bu büyük fikirlerin yetersizliği veya anlaşılamaması olgusunun bulunduğunu söyleyemeyiz. Maddi anlamda yaşanan gelişmelere eşlik edemeyen hatta onunla hiçbir biçimde birlikte yürüyemeyen bir maneviyat sorunu ile de karşı karşıyayız.

Bireyselliğin arttığı buna karşın yalnızlığın, sevgisizliğin ve kimsesizliğin tavan yaptığı bir süreçten geçiyoruz. Arayışımız hiç bitmeyecek bununla birlikte önümüze ideal diye konulan yaşam tarzları da, içsel yolculuğumuzda bize eşlik edebilmekten uzak kaldılar. Bunun farkında olanlarımız, boşluğu doldurabilmek adına sürekli olarak kendilerine yeni uğraşlar bulmaya ve bu şekilde doldurmaya çalışıyorlar.

Zamanın eli bize değdi değmesine ama biz o değen eli, birlikte daha güzel bir dünyanın yaratılmasına harcamak yerine tam da bize aktarıldığı gibi kişisel ikballerimiz yolunda kullanmayı tercih ettik. Kendimizi yeniden bulabilmek için oradan oraya savruluyor olmamız ve bunun için kişisel gelişim kitaplarından tutun da, yaşam koçlarına kadar uzanan bir dizi skala içerisinde arama girişimlerimiz hep bu yüzden. Mahallelerin daha sıcak, komşulukların daha güzel, insanların daha samimi, şehrimizin daha kendi halinde olanını özlememiz ve başka yer, başka zaman rüyaları görmemiz de işte bu içimizdeki özlemlerimizle yakından ilişkili.

Yazarın Diğer Yazıları

Göz göre göre bugünlere geldik

Toplumsal hayatımızdaki şiddet üreten etmenleri es geçtiğimiz sürece futbol sahalarındaki şiddeti sadece cezai tedbirlerle önleyebilmemiz mümkün değildir. Bu olay sonrasında cezai tedbirlerin arttırılması tekrar gündeme getirilecektir ancak göreceksiniz ki bu da yaraya merhem olmayacaktır

Yaşananlar futboldan soğutuyor

Sayın başkanlar Ali Koç ve Dursun Özbek, sizlerden önce bu takımların başkanları oldu ve sizlerden sonra da başkanları yöneticileri olacak. Ülke futbolunun, sporunun asırlık çınarları olan Galatasaray ve Fenerbahçe'nin varlığını sürdürmeye devam edeceğini akıllarınızdan lütfen çıkarmayın! Kupa uğruna düşman yaratma anlayışını bir an önce terk edin ve hem kulübünüze hem de ülkenin sporuna zarar vermekten bir an önce vazgeçin!

CERN’de çalışan 56 bilim insanı İzmir’de bir araya geliyor

"CERN’den gelenlerin amacı Higgs bozonunu, diğer bozonları daha iyi kavrayabilmek için yeni metotlar geliştirmek ve bunun da ilk toplantısı İzmir’de yapılıyor"