20 Temmuz 2017

Doğa uyarıyor

Betonseverlikten hızla doğaseverliğe ve yeşilin önemine hassasiyet gösteren bir anlayışa geçmeliyiz

İnsanoğlunun doğayla başa çıkabilme ve uzun mücadeleler sonucunda onu, kontrolü altına alabilmesinin ardından on dokuzuncu yüzyılda başlayan yepyeni bir sürecin izleri bugün daha fazla hissediliyor. Sanayileşme adı verilen ve dünyanın yaşadığı bütün değişimlerden çok daha etkili olan dönemle beraber başta nüfus olmak üzere çok büyük dönüşümler meydana gelmiştir. 1800’lü yıllara kadar sadece bir milyar düzeyinde olan dünya nüfusunun, 1800 ila 1900 yılları arasında iki milyara ve 1900 yılından bugüne kadar 7.4 milyara ulaşmasının yarattığı etkilerin boyutlarını bugünlerde çok daha fazla hissediyoruz. Temiz su havzalarının kirletilmesinden başlayarak, ormanların yok edilmesine kadar devam eden ve tüketimin doyurulmaz açlığının yarattığı tahribat her geçen gün daha da artmaktadır.

Atmosfere salınan sera gazı salınımlarının kontrol altına alınabilmesinin, yaşanan tahribatın azaltılabilmesinde etkide bulunabileceğini ön gören 1997 yılındaki Kyoto protokolünün üzerinden yirmi koca yıl geçti. Bu dönemde dünya nüfusunun önde gelen iki ülkesi olan Çin ve Hindistan’daki araç kullanım sayısı hızla yükseldi ve çevre tahribatı büyüyerek devam etti. Halen tüm dünyada yaşanan iklim değişikliğine dair öngörülere bakacak olursak, hepimizi geçmişte olduğundan çok daha sıcak geçecek günler bekliyor. Bir başka deyişle muhtemelen her yıl bir önceki yılda yaşadığımızdan çok daha sıcak ve çok daha bunaltıcı bir iklimsel döngü ile karşı karşıya kalacağız. Bunun yanı sıra değişen iklim döngüsü başta giyim kuşamımız olmak üzere, çalışma hayatlarımızdan kentlerimizin gittikçe daha fazla sorunla baş etmek durumunda kalacağı bir yapıyı beraberinde getirecek. Küresel bir sorun olarak iklim değişikliğinin yarattığı etkiler dünyanın her köşesinde farklı boyutlarda ve çok başka şekillerde etkilerde bulunacak. Peki bu noktada biz ülke olarak tüm bu olup bitenlerin neresinde yer alıyoruz?

Çevreyle olan ilişkisi son derece şekilsel olan ve anlık kararlar üzerinden gelen bir kültürün çocuklarıyız. Bu açıdan geçmişte su ile toprağın buluşmasını sağlayabilecek bir yaşam şekli ile hayatlarını sürdüren atalarımızın tersine ‘beton’laşma ile beraber bu durumu tersine çevirmeyi çok ama çok iyi başardık! Kontrol altına aldığını zannettiğimiz derelerin farklı zamanlarda kendilerini hissettirdiklerini her nedense bir türlü anlamak istemiyoruz. Tıpkı insanoğlunun olduğu gibi doğanın da bir hafızası olduğunu ve siz istediğiniz kadar yatağını değiştirdiğinizi zannedin, suyun bir gün tekrar o yatağı bulduğu gerçeğini ise acı ile tecrübe etmeyi sürdürüyoruz. Popülist politikalar uğruna dere yataklarına, su havzalarına yaptırılan evlerin, sel ile birlikte can ve mal kaybına yol açmasının ardından ise timsah gözyaşları akıtıyoruz.

Ülkemizin bütün belediyecilik faaliyetinin baş göstereni olarak yol ve kaldırım çalışması yapmak gelir. Ama bu mühendislik harikası yollarımız, en ufak bir yağışın sonucunda ortaya çıkacak olan suların birikmesi ile sonuçlanır. Öyle afet diyebileceğimiz yağışlardan söz etmiyorum, bu ülkede paralarımızın en fazla gömüldüğü alanların bu kadar çok sular altında kalmasını sadece kader ile açıklayabilir miyiz sizce? Yoksa kötü plan ve programcılıktan başlayarak, kentte dair zihinsel algılarımızın son derece dar ve üstünkörü olmasının da bu olup bitenlerde bir etkisi var mıdır? Yaşadıklarımızın kontrol, suiistimal ve vicdan boyutlarını ise takdirlerinize bırakıyorum. Sadece denizi doldurmakla veya yeni yollar, metrolar yapmakla işin çözülmediği gerçeğini artık görmek durumundayız. Yaşadıklarımızı anlamlandırmak için bir başka ülkenin kentinde olup bitenlerden örnek vermek suretiyle, durumu açıklamaktan vazgeçmeliyiz. Standartlar evrenseldir ve biz, kendi insanlarımızın mutlu, rahat, sağlıklı bir ortamda huzur içerisinde yaşayabilmesinin koşullarını yarattıktan sonra olan bitenlerdeki dahlimizi açıklama yoluna gitmeliyiz.

Değişen iklim koşullarının son on yıl içerisinde özellikle yaz aylarında yaşanan sel felaketleri ile birlikte bıraktığı tahribatın boyutları her geçen yıl biraz daha fazla artmaya başladı. Her ne kadar ‘malın canın yongası’ olduğunu söylesek de mallarımıza gelen tahribatı çözebiliriz. Buna karşın kaybettiğimiz canlarımızı ise geri getiremeyiz. Yaşadığımız her büyük olay sonrasında konunun uzmanlarının görüşlerinin alınması adettendir. Telefon bağlantısı ile veyahut canlı yayınlarda bu uzmanlar, yaşananların nedenlerinden başlayarak çözümlerine kadar bir dizi açıklamalarda bulunurlar. Ve her nasılsa biz bu uzmanların söylediklerini kısa süre içerisinde unutup tekrar bildiğimiz o ‘sıradan’ hayatlarımızın rutinlerine kendimizi kaptırmaya devam ederiz. Sokaktaki insanın böyle davranmasını anlamlandırabilirsiniz ancak yönetsel refleks bunun tam tersine bir şekilde işlemeli ve gereken yasal düzenlemeler, bu doğrultuda devreye sokulmalıdır.

Küresel bir iklim değişikliği uyarısı karşısında başta çevre ve şehircilik bakanlığımız olmak üzere, yerel yönetimlerimiz ve sivil toplum örgütlerimiz üzerlerindeki ölü toprağını atmak durumundadırlar. Doğanın uyarıları karşısında adım atmakta geciktiğimiz takdirde önümüzdeki dönemlerde çok daha fazla sel ve sel sonrası ortaya çıkan görüntülerle ilgili haberler üzerinde konuşmaya devam edeceğiz. Sel sularının yerel yönetimlerin hangi partiye ait olduğu ile bir ilgisi bulunmuyor başka bir deyişle yaşananları ne bir kentin yönetiminin beceriksizliği ile ne de bir diğer kentin yaşadığını takdiri ilahi şeklinde açıklayamayız. Doğayla uyum içerisinde kentler inşa etmeyi öğrenmek durumundayız, hayatlarımızı da bu doğrultuda yeniden gözden geçirmeli ve bu yeni koşullara çocuklarımızı adapte etmeliyiz. Kaldırımda yüzen kişinin görüntüsü ne ilk ne de son olmayacak gibi gözüküyor, bu açıdan yaşadıklarımızı doğru analiz etmek ve buna göre davranış değişiklikleri geliştirmek zorundayız. Mühendislik harikası yol ve kaldırımlarımızdan başlayarak topyekûn bir dönüşüme ihtiyacımız bulunuyor. Betonseverlikten hızla doğaseverliğe ve yeşilin önemine hassasiyet gösteren bir anlayışa geçmeliyiz. Doğayı/Kenti/Ülkeyi Ben mi? Kurtaracağım anlayışının karşılığını evet diye vermeye başladığımız anda çevre bilincimiz daha farklı bir noktaya ulaşmaya başlayacaktır. 

Yazarın Diğer Yazıları

Kupanın adı süper, geride bıraktıkları ise…

Fenerbahçe ve Galatasaray kulüplerinin, ezeli rekabet gibi bir kavramı kullanma hakları ortadan kalkmıştır. Artık kendi duruşlarının mutlak surette doğru olduğunu düşünenlerin, ortak bir paydada rekabet edebilme ihtimalleri kalmamıştır! 

Futbolda yaşananlar yeşil sahayla sınırlı değil

Ülke futbolu, bir karşılaşmada çıkan olaylar sonrasında ülkenin en büyük kulüplerinden birisi olan Fenerbahçe’nin ligden çekilmeyi tartışacağı 2 Nisan tarihindeki genel kurulu ile PFDK sevkleriyle verilecek cezalar arasında sıkışıp kalmış vaziyette

Göz göre göre bugünlere geldik

Toplumsal hayatımızdaki şiddet üreten etmenleri es geçtiğimiz sürece futbol sahalarındaki şiddeti sadece cezai tedbirlerle önleyebilmemiz mümkün değildir. Bu olay sonrasında cezai tedbirlerin arttırılması tekrar gündeme getirilecektir ancak göreceksiniz ki bu da yaraya merhem olmayacaktır