20 Kasım 2017

Sınırların aşıldığı oyun; When in Rome!

"When in Rome, kalıplar, özgür alanların kaybolması, bu alanları ve bunları ne olursa olsun muhafaza etmek üzerine kurulu"

Ferdi Çetin

GalataPerform, Platform 0090 ve Theater Onderhetvel ortalığında 21. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında prömiyer yapmaya hazırlanan When in Rome, GalataPerform’un 2006’da başlattığı Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi çatısı altında düzenlenen oyun yazarlığı atölyelerinde Öznur Yalgın tarafından yazıldı. Oyun ilk defa 2012 yılında Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali kapsamında yine Mesut Arslan tarafından hazırlanan sahnelenmiş okuma tiyatrosu olarak seyirciyle buluştu. Yazarın Koyu isimli ilk kısa oyunundan sonra yazdığı ilk uzun oyun olma özelliğini taşıyan When in Rome, kişinin bulunduğu ortama uyum sağlamasını salık veren bir deyimden yola çıkılarak oluşturulmuş, metinle tamamlandığında ironik bir anlama işaret eden bir isme sahip.

Öznur Yalgın’ın When in Rome’u yazdığı dönemde masterclass vermek üzere İskoçya’dan oyun yazarı Peter Arnott davet edilmişti ve Peter Arnott atölyeler kapsamında yazılacak metinlerin yola çıkış noktasını “sınırlar” olarak belirlemişti. Öznur Yalgın’ın “Sınırlar” kavramından yola çıkarak yazdığı oyun genç bir kadının etrafında şekilleniyor ve erkek arkadaşının ziyarete gelmesiyle “sınırlar” belirmeye başlıyor karakterler arasında. Gittikçe belirginleşen sınırlar oyun içinde tüm karakterlerin de yollarını çizen, değiştiren veya kesen yapılar olarak çıkıyor karşımıza.

Bu noktadan hareketle yönetmen Mesut Arslan’ın yorumuna değinmek istiyorum kısaca. Öznur Yalgın’ın oyunu yazarken zihninde tematik olarak beliren sınırlara karşı biçimsel bir savaş açmaya hazırlıklı gibi gelmişti Mesut Arslan. Bu savaş tiyatronun alışılagelmiş ögelerine karşı açılmış gibiydi. Mesut Arslan sorgulamadan yüzyıllarca süregiden biçimle uğraşmaya kararlıydı. Tam da sanırım bu sebepten dolayı oyunun ilk önce biçimini kendi sahne dili için düzenledi. Karakterler arasında metin düzleminde olmayan yeni yeni ilişkiler kurguladı ve yarattığı tekrarlarla metni kendi yönetmenlik diline de uygun olacak şekilde düzenledi. Bu tekrarlar ve yeni düzenlemeler oyuncuların bedeniyle ve yorumuyla zenginleşirken ve detaylandırılırken Mesut Arslan sahne tasarımında oyuncunun salınacağı sahneyi ortadan kaldırdı. Anladığımız anlamda bir sahne yoktu artık. Şimdilik bu kadar detay yeter sanıyorum ki. Oyun prömiyer yapmadan daha fazla detay vererek heyecanını kaçırmak istemem ama seyircinin kelimenin tam anlamıyla sınırları aşan bir deneyim yaşayacağı kesin. Yazar Öznur Yalgın, yönetmen Mesut Arslan ve oyuncular Sermet Yeşil, Yeşim Özsoy, Ersin Umut Güler ve Pervin Bağdat ile süreçleri üzerine konuştuk, şimdi onlara kulak vermek daha yerinde olacak.

Yazar - Öznur Yalgın

1) When in Rome oyununu GalataPeform’un düzenlediği Yeni Metin Yeni Tiyatro Oyun Yazarlığı Atölyeleri kapsamında yazdın ve 2.Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali’nde okuma tiyatrosu olarak Salon İksv’de sahnelendi. Oyunu yazma sürecinden bahsedilir misin?

Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivali’nin teması sınırlardı. Özel alan nerede başlar, ya da When in Rome’da olduğu gibi nasıl olur da hiç başlayamaz, böyle bir başlangıç noktası, kendi deneyimlerimin yardımıyla sınırlar teması için bir yapı kurabileceğimi hissettiğim bir düzlemdi. Oyun yazma süreci boyunca Yeşim Özsoy ve Ceren Ercan’dan aldığım geribildirimlerle metin daha dinamik, ritmik bir tat yakaladı ve son halini buldu.

2) When in Rome’un çoğul ihtimaller barındıran bir yapısı var yani bir başka şekilde söyleyecek olursam her yönetmen başka şekilde hayal edebilir,  sana yapı ve içerik bakımında ilham olan kaynaklar konusunda ne söylersin?

Uzun bir aradan sonra, yazdığım oyunu yeniden okuduğumda o çoğul ihtimallerin metinde var olduğunu görmek açıkçası beni sevindirdi. Atölyeye katıldığım sürede sayısız çağdaş metin okuduk, belirli bir ilham kaynağı söyleyebilmem belki zor, ama içerik ve karakter yaratma bakımından yararlandığım kaynak kendi kişisel deneyimim. Sahnede yüksek ritim duygusu beni izleyici olarak hep cezbeden bir şey oldu, belki de bu yüzden, tiyatro için yazdığım, yazmaya çabaladığım metinler, kısa sahnelerden oluşan, parçalı yapılar oluyor. When in Rome’un da kırkın üzerinde kısa kısa sahnelerden oluşan parçalı bir yapıda olması böyle açıklanabilir. Kimi sahneler monolog, bazıları yalnızca karşılıklı bir söz oyunu, bazıları ise tek cümle. Karşıt seslerin varlığı, onların birbirine her an dönüşmeye müsait olması, bu fikir benim için çekiciliğini kaybetmedikçe sanırım bu yapı devam edecek.  

3) İlk soruda da bahsettiğim gibi oyunu yazdığın zamandan bu yana belli bir süre geçti, o gün etrafa baktığında farklı bir dünya görüyor muydun? Peki ya bugün?

Acı olan, When in Rome’daki atmosferin dört yıl sonra hiç değişmeyip, aksine daha da ağırlaşıp, nefes almayı güç kılacak bir boyuta varması. Özgürce yaşamak isteyen herkesin maruz kaldığı müdahalelerin tarihi bana kalırsa fazlasıyla uzun bir tarih. İki yüzlülük bizim en belirgin toplumsal refleksimiz, belki de bizim içimize işlemiş olan bir tür yaşamla başa çıkma yolu. Genç, yaşlı, kadın, erkek olmak, elbette ki müdahalenin dozunu değiştiriyor, ama bu hapis ve gözetlenme hissini yaşamayan yok.

4) Oyunda ince dokunuşlarla harekete geçirdiğin mesele için ne söylemek istersin?

When in Rome’daki belirleyici temaların geçerliliğini yitirmiş olmasını dilerdim, ama şöyle bir zamanda korkarım bunu dile getirmek bile fazlasıyla naif kaçacak.

Yönetmen - Mesut Arslan

1) Türkiye’de sahnelediğiniz tüm oyunları ve Belçika’da sahnelediğiniz Gece Sempozyumu isimli oyunu da görmüş biri olarak benim için oldukça açık olan bir şey var, yönetmen olarak metinlere barındırdıkları formlar dışında formlar kazandırmayı tercih ediyorsunuz.  Metin ve benimsediğiniz dil arasındaki ilişki üzerine ne söylemek istersiniz?

Çok şey Ferdi’cim, çünkü zaten ben o metinlerin bir tek form içinde yazıldıklarını düşünmüyorum. Anlam  dediğimiz şeyi biz sadece (linear writing) düz yazı ile algılıyoruz  fakat orada gözden kaçan birçok anlam var. Mesela yazar onu sadece lineer yani çizgisel/düz yazmadı, yazarken bazen yazarın bile bilmediği bilinçaltında çalışan çok anlam var, metnin yazıldığı zaman ve mekan yani ülke, coğrafya, iklim, savaş gibi toplumsal değişiklikler var. Yabancı metinlerin çevirileri var.  600 yıl önceki dil ile bugünkü dil aynı değil ki. Hamlet oyununda “ruhum başka bir dünyaya göçmek istiyor” diyor, güncel çeviride de intihar etmek istiyor diye yazıyor. O yüzden benim için anlam, metnin içindeki hikayeye ve karakterlerin içine sıkışmıyor. Evet hikayenin ve karakterlerin ortak ya da birlesen anlamı, anlamları var bunu çok değerli buluyorum, zaten o yüzden metin kullanıyorum.  Metin lineer algı taşıyor. Ama başka anlamlarda var başka formlarda. Bazen derinde, bazen gözümüzün önünde. O anda ortaya çıkan ve yaşayan bir şey tiyatro. Farklı dillerle algılanabilecek anlamlar...   Farklı disiplinler mesela. Zaten bir ateşin etrafında çok eski bir ayini tiyatro olarak ele alıyorsak burada hem metin, hem müzik, hem beden, dans, koreografi ve hem de görsel sanat var. Hatta on binlerce yıldır gündelik hayatta giyilen kıyafetleri biz kostüm yapıyoruz bugünlerde. Farklı disiplinleri yani farklı dilleri, farklı boşluklarla, daha fragmental, katmanları daha öne çıkartarak, bazen hikayeyi yani lineer anlamı unutturacak kadar seyirciyle daha iç içe geçen, seyirciyi fiziksel olarak mobilize eden hatta provoke eden,  anlamı daha kavramsal ve konsepte dair anlamlara taşıyarak sirküler alanlar yaratmaya çalışıyorum.  Daha performatif ve daha “happening” algısı ile... Farklı algılarla oynayıp yani metnin anlamını, yazarın anlamını, benim ve çalıştığım ekibin anlamını iç içe geçiriyorum. Daha yasayan bir şey... Bana daha tiyatro geliyor bu.

Şöyle düşünelim. Bir metin nedir? Nedir tekst? Monolog? İki monoloğun bir diyaloğa dönüşmesi? Çoklu diyaloglar pro-düo-monologlar? Romantik olurken absürde düşmesi metnin? Dramayı hangi heceler daha çok taşır bir kelimede? Bir metnin içindeki bir cümlenin içindeki bir kelimenin bir hecesini bulup çıkarıp bunu milyonla çarpsak eder mi size bir tiyatro metni?  Yani genel anlamda Tiyatro “yazılı lineer tiyatrodan” daha eski. Çünkü metin değil sadece anlatan, anlatılan. Çünkü büyük bir hareket var metin düşmeden kâğıda, oradan sahneye; Kalpte, beyinde, vücutta, diyaframda, avuçlarda, gırtlakta! Bir ağızdan en son çıkan metin ise nedir onun öncesi? O hareket? O devinim? O proses? Harflerin yan yana gelmesinden, metnin tek anlattığını düşündüğümüz dramadan, bir harften, bir heceden, bir kelimeden nasıl gidilir günümüz tiyatrosuna? Performatif metne? Performatif oyunculuğa? Performatif tiyatroya?

2) Tercih ettiğiniz metinlerin yazarları arasında Orhan Pamuk’u dışarıda bırakarak söylüyorum, Eric De Volder, Harold Pinter gibi isimler var bu isimlerin metinlerinde ortaklaşan nokta dilin anlamsızlığı ve iletişimin imkansızlığı olduğu söylenebilir. Bu nokta metnin sesini ön plana çıkarmak için  bir olanak mı sağlıyor size?

Yukarıda belirttiğim gibi sadece metnin hikayesinin, ya da karakterlerin yarattığı hikayeyi  değil daha başka hikayelere zemin hazırlıyor bu tip metinler. Mesela Oda ve Adam’da erkek tarafından söylenen bir monolog var. Sonra aynı monoloğu kadın söylüyor çok çok ufak değişikliklerle. Fakat yaşanmışlık, metnin sesi, hikaye ya da anlam ayni. Ama ben o monoloğu her ikisine birden sahnede sürekli yan yana koyunca monologlar diyaloglara dönüşüyor.. Ve orada olmak ile orada olmamak yer değiştiriyor, birbirinin iç içe geçiyor… Daha genel ve kavramsal orada olmaklar ortaya çıkıyor yalnızlık artıyor mesela ilginç bir biçimde..  Aldatma’da ise Pinter zamanla oynuyor ve o hali benim yaptığım kurguda hafızayı daha çok öne çıkartıyor. Metnin mimari yapısınla oynuyor ve hikayenin anlattığının paralelinde seyirci daha mesafeden bakabiliyor. Bu da benim yapmak istediğim zamanın aldatmasını, bizim kendi kendimizi aldatmamızı da öne çıkartıyor. Orhan’ın Gizli Yüz’ünü ayrı koymanı anlıyorum. Orada zaten çok daha soyut ve uçuk bir hikaye ve anlam var. En çok zorlandığım fakat aslında belki de en derine inebildiğim anlamlar var ama soyutun soyutu kolay olmuyor

3) Bir önceki soruma ek olarak dilin sesine dilin plastiğini de eklemek yerinde olacak, dilin “performatif” yanı mı size en çok ilham veren?

Performatif dil yaratmak senin de dediğin gibi bana çok fazla “oyun alanı” açıyor. Özellikle aktörler eğer bu bağlamda yani sadece karakter oyunculuğunun dışına çıkarlarsa o performatif alanda çok verimli anlamlar yaratıyorlar. Bu bana daha çok ilham veriyor. Yoksa ilk iki hafta otur bir masaya bütün ekiple ve oyun ve karakterler üzerinden saptamalar yap ve bunu provada dene, buradan yürü ve 3 ay sonraki prömiyer de neyi nasıl anlatacağını önceden sapta. Bu bana aşırı lineer ve kalıpsal geliyor.  Böyle aylar öncesinden altı çizilmiş bir anlam yok benim için ya da ilgimi çekmiyor diyelim…

4) Peki oyunculuk üslubu olarak dilden mi başlıyor performans? Parçalı ve tekrara dayanan bir oyunculuk görüyoruz oyunlarında, bu konuda ne diyorsunuz?

Tabi ki dilden başlıyor. Bir harf, bir kelime ve bir replik vücuttan çıkmadan önce orada bir hareket var… nefes var... vücudun titreşimleri var… Mesela çok acıklı gerçekten trajik bir sahneyi güle güle oynatmak ve bu gülmeyi ısrarla yükseltmek o dramı anlam olarak genişletiyor. İroni giriyor mesela devreye. Mesafe giriyor. Bir annenin dramı değil de bütün annelerin, hatta babaların hatta o anlama dokunan herhangi türlü bir anlamı nefes buluyor.

5) Peki genelden damıtarak konumuza gelecek olursak, When in Rome metni sizin için nerede duruyor? Son derece iddialı bir sahne dili geliştiriyorsunuz, hatta denebilir ki sahne algısını ortadan kaldırıyorsunuz oyunda, nasıl bir yerden başladınız sahneyi kurmaya?

When in Rome, kalıplar üzerine, özgür alanların kaybolması üzerine, bu alanları ve bunları ne olursa olsun muhafaza etmek üzerine kurulu benim için. Öznur Yalgın bu dört karakterin ve yakın çevresi üzerinden yazmış ama fragmantal bir şekilde. Ben de bunu arada performatif alanlar açıp seyirciye de içine enstalasyon gibi düşünüp o alanlarda farklı anlamlar yaratıyorum. Mesela oyunda aslında birbirini hiç görmeyen karakterler benim yorumumda konuşuyorlar, dertleşiyorlar, birbirlerine yardım ediyorlar, hatta sanki fark ilişkileri anlamlandırıyorlar. Hepsi öneri olarak tabi. Yani mesela iki erkek arasında metni kullanarak bir diyalog yaratıyorum –canım benim diyor genç erkek olgun erkeğe. Aşkım bizi kimse görmedi diyor… Bu metnin lineer anlamında yok ama sirküler anlamda var. Oyunun tabiatını ve metnin hikayesinin anlattığını dışlamadan farklı anlamlarla oynuyorum.

Eğer muhafazakâr bir tavırla yaklaşırsak tiyatroya ve bunu tiyatronun içinde bir enstalasyon olarak yerleştirirsek o zaman insan olarak daralan özgürlük alanlarımızı ya da topyekûn kaybolan alanlarımızı nasıl yansıtırız/tercüme ederiz sahneye? Ya sahneye yer kalmazsa? Koltuklar, seyirciler sahne tasarımı olursa, hepimiz bir salonda değil de bir evin odalarındaysak ve git gide tek bir odaya sıkışırsak?

6) Bir de şunu sormak istiyorum, ilk defa Türkiyeli bir oyun yazarının metni üzerinde çalışıyorsunuz, bu çalışmanızı nasıl etkiledi?

Aslında Orhan Pamuk da Türkiyeli ama sorunu anlıyorum. Ben Türkiye’de doğdum, 22 yıl orada yaşadım. Bir kere dil olarak, ortam olarak, mekan olarak, hayata bakış olarak çok yakınım. Ve 2003’ten beri Türkiye’deki tiyatroyu takip ediyorum. Kumpanya’dan, Sahika Tekand’dan, Mahir Günşiray’dan, Yesim Özsoy’dan, Berkun Oya’dan, Emre Koyuncuoğlu’dan, Şermola’dan, Kumbaraı50’den, Taldans’tan, İlyas Odman’dan tutun ikincikat’a kadar takip ediyorum. Bu bir avantaj. Fakat aynı şekilde 23 yıldır Belçika’da yaşıyorum. Ve orayı hem takip ediyorum hem de yaşıyorum, hem de orada üretiyorum. Bence bu da bir avantaj.  Bu avantajların etkisi çok büyük.. Çünkü lineer zaman, lineer hayat, lineer entelektüellik ve lineer estetik Belçika’da farklı Türkiye’de farklı. Aynı şekilde sirküler zaman,  hayat, entelektüellik ve estetik de iki ülkede çok farklı. Sanırım en çok etkilendiğim yer birisinden birisi değil de daha çok tam ortasında durmak. Gece ve gündüzün, akıl ile içgüdünün/duygunun, doğu ile batının arasında durmak ve bunun farkındalığını arttırmak! Yani olmak ya da olmamak var ama bir ihtimal daha var o da ölmek mi dersin arkadaş!

Oyuncular:

Sermet Yeşil

1) Sinema ve tiyatro dilini ustalıkla kullanan bir oyuncu olarak, nasıl bir deneyim When in Rome sizin için?

When in Rome metni elime ulaştığında önce yönetmeni anlamak istedim. İnternette bir iki araştırma ve skype ile bir iki görüşme nasıl bir işle ve yönetmenle karşı karşıya olduğumu anlamama yetti. Sonrası teslimiyet. İşim oyunculuk. Benden bekleneni yerine getirebiliyorsam, gerisi teferruattır diye bakıyorum. İşim bu.

2) When in Rome'da yorumladığın karakter hakkında ne söylemek istersiniz? Nasıl bir karakter çıktı ortaya, nasıl bir esinlenme ve arayıştı bu? Kısaca biraz karakterini açabilir misiniz rica etsem? 

When in Rome oyununda Mustafa adlı karakteri oynuyorum. Mustafa, Emine'nin kocası ve Ayşe'nin kiraladığı apartman dairesinin sahibidir. Mustafa, tefeciden aldığı borcu ödeyemediği için evinde huzuru yaratamayan bir adamdır. Kaba, öfkeli ve tutucu bir insandır. 

Oyun metninin fragmanlara dayanan yapısı ve yönetmenin sahneleme yöntemi gereği bir oyuncu olarak karaktere yaklaşımım, içsel bir yolculuk olmaktan ziyade gösteren, tarif eden, zaman zaman Sermet, zaman zaman oyuncu, zaman zaman da yorumladığım karakter olan Mustafa'yı resmetmekten yana oldu. Oyundaki dört karakter de kendi dünyalarına uygun birer jestle tarif ediliyor. Bu jestler karakterin eylem ve istek dünyasını seyirciye tarif etmek adına, güçlü gündelik ve gündelik olmayan jestlerden bir dizi çalışma sonucu seçildi. Yönetmenin sahneleme tercihi olarak seçilen interaktif bir dili var gösterimin. O sebeple seyirci konumunda kalan herkes, oyunun bir parçası oluyor. Bu anlamda tiyatrodaki muhafazakar tutumumuzu da sorgulamaya iten bir sahneleme çıktı ortaya diyebilirim. 

Yeşim Özsoy

1) Sadece oyuncu olarak karşımıza çıktığınız ilk proje sanırım, yönetmen ve oyun yazarı kimliğinizi de göz önüne aldığınızda nasıl bir deneyim bu sizin için?

Evet sanırım “sadece” kelimesi doğru. Oyunculukla başladım tiyatroya Stüdyo Oyuncularında. Aslında ilk başlangıçta sadece oyuncu olarak Mesut’un yönetmenliğinden evvel o dönem en belirgin olarak Şahika’nın rejisinde “Oyun” oyununun ilk versiyonunda oynadım. “5 Kısa Oyun” oyununda Şahika ile birlikte oynamıştık tabii kendisi yönetiyordu. Bunun dışında Yeşil Üzümler ile çalıştım o dönem. Sonra kendi performanslarımı, tek kişilik performanslarımı yapmaya başladım. Derken yurt dışı vs. oyunlar, bir tiyatro oluşturmak, yazmak yönetmek hep ağır bastı. Bir de her ne kadar kendi oluşturduğum plastik ve atmosferlerde oynasam da ben oyunculuğu performanstan da geldiğim için daha beni zorlaması yönünde bir noktadan almak istiyorum. Bu yüzden Mesut ve onun dünyasında oyunculuk yapmak bana Alice Harikalar Diyarındaymışım gibi bir tat verdi. Yazarken ve yönetirken olan pratiğim nasıl bir fikir ve yeni olanın araştırılması üzerinden ilerliyorsa bana göre oyunculuk yapacaksam da böyle bir denklem içinde olmak daha doğru geliyor. Bu nedenle mutluyum. Tabii bir de bir sürü şeyi beraber ürettik. Yani sadece edilgen bir noktada değildik hiç bir zaman. Sürekli bir fikir alışverişi içinde sahne fikrinden tutun oyunculuk tarzına kadar bir sürü şey beraberce ortaya çıktı. Bu kolektif çalışma da benim gibi bir insana iyi geliyor. Beyin hücrelerim çalışmadığı zaman mutsuz oluyor çünkü.

2) Metin ve önerdiği yapı bakımından getirdiğiniz yorumda nasıl olanaklar var karşınızda ve nasıl değerlendiriyorsunuz bu olanakları?

Metni performatif ve ritme dayanan bir noktadan ele alıyoruz. Klasik anlamda rollerin olduğu ama sürekli bu rollerin içine dışına yanına sıçradığımız durumlar söz konusu. Rolü bazen yanımızda bazen gerimizde bazen de dışımızda ya da açılımlarıyla, yorumlarıyla var ediyoruz. Bu gerçekten kafa açıcı bir çalışma. Tiyatro yaptığımızın altı çiziliyor sürekli bu anlamda. Ben Emine Teyze diye bir karakteri canlandırıyorum mesela. Orta sınıftan, modern gözüküp ultra muhafazakar olan, meraklı, hayatta bir sürü isteği gerçekleşememiş, bastırılmış, kıskanç ve sürekli özenen ve müdahale eden bir kadını oynuyorum. Kendimden epey uzak bir karakter bu ama çevremde çok hissettiğim bir kadın. Onu pek çok boyutuyla değerlendirmek benim için önemli. Yani sadece tek taraflı değil de tüm benliğiyle. Bu anlamda metinden çıkıp sahneye performansa geçişte var olan boş alanlar yorum yapmama neden oluyor ve bu da çok değerli bence. Oyun, baktığınızda herhangi bir komşuluk ve baskı hikayesiyken size açtığı alanlarla, boşluklarla, gizil bağlantılar ve ritimsel duygusuyla büyüyor ve derinleşebiliyor. Bu anlamda çok başarılı bir metin olduğunu düşünüyorum.

Ersin Umut Güler

1) İçinde bulunduğunuz diğer oyunlarla karşılaştırdığınızda nasıl bir deneyim When in Rome’un bir parçası olmak? Nasıl bir süreciniz oldu, nasıl bir yorum getirmenizi istedi sizden Mesut Arslan?

When in Rome daha önce oyuncu olarak var olduğum projelerden metnin parçalı yapısı ve reji yorumunda tercih edilen performatif oyunculuk açısından benim için farklı bir deneyim oldu. Yönetmenin belirlediği ve bizi içine yerleştirdiği alanın içinde yönetmenin, oyuncuların yaratıcılığından sonuna kadar faydalanma fikri ile geçirdik prova sürecini. Seyircinin önünde, arkasında, yanında vb. hareket halinde oynayacağımız oyunda, seyirci ile interaktif bağ kurmanın ötesinde onları sadece oyuncuları takip eden konumundan çıkarıp diğer seyircileri de takip eder hale getirecek bir oyun oldu When in Rome. Seyir alanını ortadan kaldıran, seyirci ve oyuncuların aynı seyir  alanında olduğu bir tasarım var ortada. Şimdi bu sürecin tamamlaması için ihtiyacımız olan tek şey 21 Kasım'da ki prömiyerde seyirci ile nefes nefese olmak.

Pervin Bağdat

1)  When in Rome’un 2. Yeni Metin  Yeni Tiyatro Festivali kapsamında yapılan sahnelenmiş okuma tiyatrosu halinde de yer aldığınızı biliyorum, bu nasıl bir deneyim sizin için? Bir karşılaştırma yapmanızı istesem, geldiğiniz nokta konusunda ne söylemek istersiniz?

GalataPerform'un Görünürlük ve Yeni Metin Yeni Tiyatro Festivallerinde pek çok kez görev almıştım. Ancak Mesut Arslan ile When in Rome çalıştığımız dönemin ayrı bir yeri vardı hep benim için. Oyun için buluştuğumuzda çok az zamanımız vardı ama o kısa zamanda çok verimli bir prova süreci yaşadık. Mesut’un oyun metnine alışılagelmişin dışındaki yaklaşımı, oyunu bana göre bir çeşit  zeka oyununa çevirmesi, beden koordinasyonu açısından zorlaması oyuncu olarak farklı bir deneyim olmuştu. Şimdi tekrar bu oyunu çalışırken Mesut'un metni ele alış biçimini, cümleleri hatta nerdeyse heceleri bile oynama halini daha içselleştirdiğimi fark ediyorum. Oyuncu böyle bir parçalanmış metnin içinde o parçaları tekrar birleştirerek hikayenin duygusunu, meselesini farklı bir yolla anlatma imkanını buluyor bu oyunda. Birkaç sene önce sahnelenmiş okuma tiyatrosunda fikri keşfettiğimizi şimdiyse bu fikri genişlettiğimizi düşünüyorum. Arada yaklaşım olarak aynı ama deneyim olarak çok daha ötesinde bir süreç yaşadığımı söylemem gerek. Çalışırken metnin içindeki ve yönetmenin tasarımındaki parçalanmışlığı, farklı özelliklere sahip dört oyuncunun arasındaki o kendiliğinden oluşan dengeyle bütünleştirme hali iyi ki bu işin içindeyim hissini pekiştiriyor.

Oyun Hakkında

When in Rome

Galata Perform’un yerli tiyatro yazınına yeni soluklar kazandırdığı Yeni Metin Yeni Tiyatro projesinin bir ürünü olan When In Rome, Öznur Yalgın’ın imzasını taşıyor. Ele aldığı oyunları enstalasyon yaklaşımıyla tasarlayan Mesut Arslan’ın yönettiği oyun; karakterlerin iç sesleri ve çarpıcı jestlerinin yanı sıra ışık tasarımıyla da seyircinin aşina olduğu bir hikâyeyi, alışık olmadığı bir sahne diliyle izlemesine aracı olacak. Belçika’da yaşayan ve üreten yönetmen Mesut Arslan tıpkı Oda ve Adam, Aldatma ve Gizli Yüz’de olduğu gibi, seyirciye yine beklenmedik anlar yaşatacak. Yalnız yaşayan genç bir kadının bir aile apartmanına taşınmasıyla başlayan oyun, bir gün erkek arkadaşının ziyarete gelmesiyle kişisel alan, ikiyüzlülük ve bastırılmış cinsellik üzerine tanıdık bir hikayeye dönüşüyor. Oyunun kahramanları Ersin Umut Güler, Pervin Bağdat, Sermet Yeşil ve Yeşim Özsoy. When in Rome 21 Kasım Salı, 22 Kasım Çarşamba ve 23 Kasım Perşembe akşamları 20.30’da DasDas sahnesinde olacak.

Oyunla ilgili ayrıntılı bilgi için:

http://tiyatro.iksv.org/tr/program/503 

21. İstanbul Tiyatro Festivali

Bu yıl 21'incisi düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali, 13-26 Kasım tarihleri arasında, zengin bir programla tiyatroseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

İlk kez 1989 yılında gerçekleştirilen, yerli ve yabancı tiyatro, dans ve performans topluluklarının izleyiciyle buluştuğu uluslararası bir etkinlik olan İstanbul Tiyatro Festivali, 2002 yılından beri iki yılda bir Mayıs ayında düzenleniyordu. Festival bu sene yıllık seyrine geri dönüyor ve iki hafta boyunca ulusal ve uluslararası, klasik ve çağdaş yorumları izleyiciler ile buluşturuyor.

21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yurt dışından 6, Türkiye’den 13 olmak üzere 19 tiyatro dans ve performans topluluğunun 55 gösterisinin yanı sıra yan etkinlikler programında bulunan okuma tiyatrosu, söyleşi ve kitap tanıtımları, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve ustalık sınıfları gibi ücretsiz etkinlikler de gerçekleştirilerek.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Panopticon oyunu nasıl gelişti?

Panoptikonomania iktidarın içimizdeki gözüdür; bizi hareket ettiren ve kemiklerimize işlemiş iktidarın gözünün arzusudur

Batı tiyatrosunda bir işaret fişeği: Wajdi Mouawad

Ünlü yazarı ve yönetmen Wajdi Mouawad Yalnız ile İstanbul Tiyatro Festivali'nde

Ölü ticaretinin tekeri

Yaşamın sırrını ararken, para için öldürülen insanları üç kuruş için bir depoda çözeltmeye varan bir hayatı seyredeceksiniz