23 Kasım 2017

Panopticon oyunu nasıl gelişti?

Panoptikonomania iktidarın içimizdeki gözüdür; bizi hareket ettiren ve kemiklerimize işlemiş iktidarın gözünün arzusudur

Mirza Metin*

Söz, ânı anlamaya anlatmaya çalışan gecikmiş bir simgedir; imge olmak isteyen bir simge. Galiba söz ile ân arasında ödipal bir ilişki var bu sebeple. 

Tiyatro öğrenmeye başladığım 90’lı yılların ortaları aynı zamanda ateşle oynadığımız yıllardı. Kürtçe ateşti, Kürtler de ateş dansçısı. Yasa(k) adında bir dev yaratılmıştı uzun zaman önce. Bu dev ateşi söndürmek, dansçılarını yemek istiyordu. Hâlâ istiyor! Kürtçe ile bir şey yapmak ateşle oynamaktı. Ateşle oynamak işte... Taşıdığı bütün anlamlarıyla! Ateş bir özgürlük çağrısıydı o yıllarda. İçimde tiyatro ile harlanan bir özgürlük ateşi yanıyordu benim de. Tiyatro öğreniyordum ama aklımdan hiçbir gün tiyatrocu olacağım geçmiyordu. Oyunlar oynuyordum ama aklımdan hiçbir gün oyuncu olacağım geçmiyordu. Sonra sonra değişik türlerde yazmaya başladım, yine aklımdan hiç yazar olmayı geçirmemiştim. Sadece öğreniyor, oynuyor ve yazıyordum. Zaten bir şey olmak değildi hedef. Ateşi çalmaktı; değişmek ve değiştirmek; fark etmek ve fark ettirmekti. Tiyatro önce bizi ve sonra herkesi değiştirmeliydi! Değişiyorduk da! Ancak zaman giderek daha hızlı akmaya başladı. Sanat dediğimiz şeyler her gün eskiyordu. Her şeye direnebilir insan. Şimdilik direnemediğimiz tek şey zaman. Ona direnmenin en iyi yolunun kalıcı bir estetik yaratmaktan geçtiğini düşünüyordu hocalarım, büyüklerim. Ben de katılacaktım sonra. Yıllar sonra Berfin’le (Zenlerlioğlu) Şermola Performans’ı kurmuştuk, 2008’de (Eski adıyla Destar Theatre). Ateşle olan ilişkimizin niteliğini, eski alışkanlıklarımızı, sanata siyasete ve bu ikilinin ilişkisine dair bakışımızı gözden geçirmek istiyorduk. Okuyorduk, tartışıyorduk, deniyorduk, anlamaya çalışıyorduk ve bunlar olurken üretiyorduk da. Bu yolda ailelerimiz, arkadaşlarımız, öğrencilerimiz, seyircilerimiz ve bize inanan onlarca yüzlerce insan aklıyla fikriyle emeğiyle omuz verdi bize, hayallerimize ortak oldu. Zaman içerisinde ateşi çalamayacağımızı anlamıştık. Bundandır ateşi anlamaya ve onu anlatmaya soyunduk! Öğrenmiştik ki; an’layamazsak an’latamayız. An’latamazsak sanatımız dar vadilerde yolunu kaybedecek. Söz ile an arasındaki ödipal ilişkiye bedenle yaklaşmaya başlayacağımız bir araştırma süreci başlattım 2008 başlarında. Bu süreç 2010’da Cerb (Deney) adını verdiğim, sözsüz bir sahne performansına dönüştü. Amatör oyuncularla 5 ay boyunca bir araştırma atölyesi yapmıştım. Sahnede itkileriyle var olmalarını sağlamaktı amacım. Amacıma belli ölçülerde ulaşmıştım. Michel Foucault’nun Hapisanenin Doğuşu kitabını okuduğum bir dönemdi. Kitap iktidarın içimizdeki gözünü, bedendeki hallerini araştırmama çok yardımcı oldu. Johan Huizinga’nın Homo Ludens’ini de o zamanlar okumuştum. Neden itkilerimizi çalıştırmamız gerektiğini kendime ve oyunculara açıklamam gerekiyordu. Oyun, edimsel bir süreçti kitaba göre. İlk işim bu edimin önündeki engelleri aşmak olacaktı. Akıl en büyük engeldi. Başka engeller de vardı. Önce akıl aşılmalıydı. Çünkü oyun akl-ı selim’in dışına çıkmak, ondan uzaklaşmaktı. Bunun için bedenimizdeki ateşgâhları keşfetmeli ve onları harlamalıydık. Jerzy Grotowski, Antonin Artaud, Konstantin Stanislavski, Eugene Barba, Michel Foucault, Johan Huizinga gibi kuramcı ve düşünürlerin öğretileri; çeşitli yoga teknikleri; Dengbêjler, Çîrokbêjler, Çobanlar ve uzun yıllar beraber tiyatro yaptığım hocam Erdal Ceviz’den öğrendiklerim bu ateşgâhları keşfetme ve harlama sürecinde yolumu aydınlatmıştı.

İktidarın içselleştirdiğimiz gözüne karşı bir direnç yarattığını düşündüğüm, derinlerdeki itkilerimizi açığa çıkaracak bir araştırma süreci oyuncular için oldukça cezbedici ve keyifli bir süreç yaratmıştı. Cezbedici kelimesini özellikle kullanıyorum; çünkü oyuncular her araştırma seansında transın sınırlarında dolaşarak yaşadılar; “itkilerin tiyatrosu”na her provada bir adım daha yaklaştılar! Şimdi ise aynı fikri eğitimli oyuncularla deneyimliyorum. Önceki versiyonda erkek oyuncularla çalışmıştım. Şimdi ise kadın oyuncularla çalışıyorum. Kadın oyuncuları, seçme çağrısı yaparak gerçekleştirdiğim kısa bir atölyede seçtim. İlk işim enerjilerinin uyum göstereceğine inandığım için seçtiğim oyuncularla tanışmak ve birbirlerini tanımalarını sağlamak oldu. Birçoğu ilk defa tanıştıkları bana ve diğer oyuncu arkadaşlarına hayatlarına dair birçok ayrıntı anlattılar. Aramızda bir çekim, kısa da olsa bir ortak hafıza oluşturmuştu yaptığımız uzun sohbet. Psikolog gözetiminde bir terapi seansı gibiydi. Pratik çalışmalarda ise benzer bir yöntemi oyuncuların birbirlerinin bedenlerini tanıyabilmeleri için harekete, dokunmaya, duymaya, görmeye, hissetmeye; kısaca duyumsamaya yönelik egzersizlerle gerçekleştirdim. Onlar birbirlerini tanırken ben de aralarında oluşabilecek her türden enerjiyi izlemeye, duyumsamaya çalıştım. Bu enerji düzeylerini izleyerek ve aralarındaki ilişkinin niteliğini bozmamaya özen göstererek kurgusal bir gerilim hattı oluşturmaya çalıştım. Nihayetinde yeni bir oyun kuruyordum ve oyunun kurallarını giderek netleştirmeliydim. Çalışmalarda yaptığım iki dokunuş oldukça hayatiydi. Birincisi: sesin ve hareketin yaydığı enerji halkalarını oyuncuların duyumsamasını sağlamak ve duyumsadıklarının yarattığı fiziksel ve vokal arzuları meydana çıkarmaktı; bu, itkileri giderek daha iyi çalıştıran, satranç adını verdiğim bir egzersiz/oyundu. Satranç artık oyuncuların bedenlerindeki ateşgâhları kısa zamanda harlayan bir ritüele dönüşmüştü oyuncular için, çalışmalar süresince. Bu egzersiz/oyunu gösteride de kullanmayı düşünüyorum. İkincisi ise: Oyuncuların travmalarını ve sevinçlerini söz kullanmadan; ses ve hareketle anlatmalarını sağlamak oldu. Bu çalışma da beden hafızasının dile gelmesini sağladı ve ona kondisyon kazandırdı. Oyuncular giderek kısa zamanda akıllarını gerektiğinde çağırabilecekleri bir uzaklığa attıkları, itkileriyle yaşadıkları bir alan oluşturdular. Ses ve hareket, bazı anlamların birer simgesi oluyordu evet, ancak imgesel bir evrenin de kapılarını zorluyordu. Bu durum, söz ile an arasındaki ödipal paradoksa dair yeni bir yol aralamıştı. Dili alınmış, aklı uzaklaşmış bedenler an’ın içinde yaşıyorlardı. Dolayısı ile söz/simge ağızdan çıkamıyor, çıkamadığı için de bendende parçalanma anları yaratıyordu. Bir dilsizlik hâlinin içinden imgesel bir aralığa sızan bedenlere doğru yaklaşıyorduk her seansta. Şimdi merakla çalıştıklarımızın seyirci ile beraber gerçekleşeceği ânı bekliyoruz.

Panoptikonomania iktidarın içimizdeki gözüdür; bizi hareket ettiren ve kemiklerimize işlemiş iktidarın gözünün arzusudur. Panoptikon oyunu ise bir oyun olarak ve itkilerin tiyatrosunu araştırdığımız bir süreç olarak iktidarın gözü karşısında bir görünmezlik düşünün hareketidir. Bu görünmezlik düşü, dilsizlik –dilin, dolayısı ile düşüncenin yasaklanmasının ironisi - üzerinden kurulmaktadır.

Panopticon oyunu, 90’lı yılların yasakları ve içim(iz)de harlanan özgürlük ateşinin bendeki yaratımsal sonucudur diye düşünüyorum. O yıllarda dili var etmek için dili kullanıyorduk. Şimdi ise dili var etmek için dilsizliği kullanıyorum. Dönemin politik refleksleri ile gelişmiş “isyan ateşi” ise dışsal bir hareket/eylem mekanizması iken Şermola Performans’ın sahnesinde varlığı an’lamaya an’latmaya çalışan içsel, arkaik birer ateşgâha dönüştü; itkilerin tiyatrosunun kapılarını aralayan; kanın bilgisine, kemiğin tarihine ulaşmaya çalışan beden ateşgâhlarına… Ateş dansçısı, uzun erimli bir sanat için artık bu ateşgâhları bulmak, kavramak zorundadır.

* Panopticon oyunun yönetmeni

Oyun Hakkında

Panopticon

İşlerinde bedenin olanaklarını araştıran, yeni nesil tiyatronun başarılı isimlerinden yönetmen Mirza Metin’in tasarlayıp yönettiği Şermola Performans yapımı olan Panopticon ile izleyiciler sistem araçlarınca her an gözetlenirken elimizin altındaki sosyal araçlarla birbirimizi gözetlediğimiz bu çağa tanıklık ediyor. Oyunda Ayşegül Tekin, Esra Yıldırım, Gamze Çelik, Melisa Akman ve Nagihan Gürkan beş denek kadın olarak yer alıyor. Denekler; kapatıldıkları ve konuşmanın yasak olduğu bir mekânda bedenleri aracılığıyla iletişim kurarken, izleyiciler onların aralarındaki gerilimin artışına da şahit oluyor. Kurguladıkları oyunlar yarışa, yarışlar iktidar hırsına ve hırs şiddete dönüşürken izleyiciler de bireylerin eleştirdiği veya kaçındığı şeylere, adım adım nasıl dönüştüğü üzerine düşünme fırsatı buluyor. Panopticon, 23 Kasım Perşembe saat 20.30, 24 Kasım Cuma saat 15.00 ve 20.30 Yunus Emre Kültür Merkezi Turhan Tuzcu Sahnesi’nde olacak.

Oyunla ilgili ayrıntılı bilgi için: http://tiyatro.iksv.org/tr/program/504

 

21. İstanbul Tiyatro Festivali

Bu yıl 21'incisi düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali, 13-26 Kasım tarihleri arasında, zengin bir programla tiyatroseverlerle buluşmaya hazırlanıyor.

İlk kez 1989 yılında gerçekleştirilen, yerli ve yabancı tiyatro, dans ve performans topluluklarının izleyiciyle buluştuğu uluslararası bir etkinlik olan İstanbul Tiyatro Festivali, 2002 yılından beri iki yılda bir Mayıs ayında düzenleniyordu. Festival bu sene yıllık seyrine geri dönüyor ve iki hafta boyunca ulusal ve uluslararası, klasik ve çağdaş yorumları izleyiciler ile buluşturuyor.

21. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yurt dışından 6, Türkiye’den 13 olmak üzere 19 tiyatro dans ve performans topluluğunun 55 gösterisinin yanı sıra yan etkinlikler programında bulunan okuma tiyatrosu, söyleşi ve kitap tanıtımları, film gösterimleri, atölye çalışmaları ve ustalık sınıfları gibi ücretsiz etkinlikler de gerçekleştirilerek.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Sınırların aşıldığı oyun; When in Rome!

"When in Rome, kalıplar, özgür alanların kaybolması, bu alanları ve bunları ne olursa olsun muhafaza etmek üzerine kurulu"

Batı tiyatrosunda bir işaret fişeği: Wajdi Mouawad

Ünlü yazarı ve yönetmen Wajdi Mouawad Yalnız ile İstanbul Tiyatro Festivali'nde

Ölü ticaretinin tekeri

Yaşamın sırrını ararken, para için öldürülen insanları üç kuruş için bir depoda çözeltmeye varan bir hayatı seyredeceksiniz